31 Aralık 2012 Pazartesi

Zaman ne çabuk geçiyor Ankara seninle…


Hüseyin KARABIYIK        

İç Anadolu’nun merkezindeki bu kalabalık başkente gelişimin üzerinden iki yıl geçti.
Buraya alışmam oldukça zor oldu. Tek başına yapayalnız bu şehirde…
Öğrenilecek daha çok şeyin olduğunu, deneyimsiz bir insan olduğumu daha çok çalışmam gerektiğini öğretti bana Ankara. Çok sabırsız bir insandım, her şey bir anda olsun bitsin istiyordum. Ama bunun yanlış olduğunu beklemeden sabretmeden her şeyin çar çabuk olamayacağını öğretti bu güzel şehir bana.
 Sonunu göremediğim uçsuz bucaksız bir yoldayım. Geriye doğru dönüp bakıyorum. Ne çabuk geçti iki yıl? Daha dün gelmedim mi ben Ankara’ya? İki yıldan bana ne kaldı ne hatırlıyorum bu iki yıla dair? Hatıralardan ve birkaç fotoğraf karesinden başka… Zaman ne çabuk geçiyor her yerden her kesimden insanın olduğu bu kayıp şehirde.
Bir iki yıl daha geçecek mi Ankara seninle? Fotoğraflardan, hatıralardan başka ne kalacak geçen zamana dair, ne kalacak sen söyle e sessiz şehir!

26 Aralık 2012 Çarşamba

Eski Ankara’yı özlüyorum


Ayşegül ÖMÜR

Ankara... Doğduğum, büyüdüğüm, yaşadığım, bir zamanlar kendimi rahat ve huzurlu hissettiğim şehir... Eskiden ne çok severdim Ankarayı. En çok da çocukluğumun en güzel günlerinin geçtiği, 1960’lı yıllardaki Kızılayı, Atatürk Bulvarını, Tunalıhilmi Caddesini ve caddenin Çankaya tarafındaki Kuğulu Parkı... Çok özlüyorum işte o Ankarayı...




Öyle büyüktü ki o park, şimdiki parkın tamamı o zaman sadece çocuk oyun parkına ayrılmıştı. Salıncakları, tahteravallileri, tırmanma kafesleri, dönme dolabıyla biz çocukları nasıl da cezbederdi, birinden inip diğerine binerken yorulmak nedir bilmezdik.  Şu anki sınırının yanından geçen, Atatürk Bulvarını Tunalıhilmi’ye bağlayan yol geçmiyordu oradan. Şimdi o yolun kenarındaki birkaç büyük ağaç da o zaman parkın tam ortasında yükselen onlarca ağaçtan arta kalanlar... Parkın sınırları aşağı uçta Kavaklıdere şaraplarının sahibinin evinden başlayıp, yukarı uçta Kavaklıdere tenis kulübünün kortlarının sınır telleriyle bitiyordu. Oyuncaklardan sıkılınca parkın sonuna kadar yürür tenis oynayanları seyrederdik. Oradan aşağıya doğru, üstünde suların döndürdüğü çark bulunan küçük bir dere akardı. Derenin orta kısmında tahtadan yapılmış bir de köprü vardı, yanıbaşında büyükçe bir lale bahçesiyle. Dere boyunca yürür, köprüden geçer, laleler arasında fotoğraflarımız çekilir, sonra yine aşağı tarafa geçer oynamaya kaldığımız yerden başlardık. Gölet kocamandı, parka adını veren beyaz kuğuların sayısı da fazlaydı. Şehir o kadar güvenliydi ki, ana babalarımız bizi göletin yanındaki banklarda oturup kuğuları seyrederek beklerdi, bir yandan simitlerini yiyip çaylarını yudumlarken. Yanlarına döndüğümüzde kalan simitleri kuğulara atardık.

Atatürk Bulvarı geniş kaldırımlarıyla, troleybüsleriyle gözümün önüne geliyor. Kuğulu park durağından troleybüse binip de yavaş yavaş Aydınlıkevlere giderken o kadar uzun zaman geçerdi ki, hem gidişte hem dönüşte yol boyunca uyurdum. Milli bayramlarımızda gündüz Kızılaya iner yol kenarında biriken kalabalıkla beraber tören kıtalarının geçişini izlerdik. Kağıt bayraklarımızı coşkuyla sallarken içimiz gururla dolardı. Bize bu günleri yaşatan Büyük Atatürk’ü görmüş olmayı ne kadar da isterdik! Akşamları da fener alayını seyretmek için Atatürk Bulvarına çıkardık. Alkışlamaktan avuçlarımız acırdı...


Sonra biz büyüdük, çoluk çocuğa karıştık, anne baba olduk. Ankara da büyüdü. Kalabalıklaştı, Ankaralı olan olmayan insanlar, binalar, otomobiller, otobüsler, minibüsler, yollar çoğaldıkça çoğaldı. Yeni semtler, yeni mahalleler, yeni ilçeler, yeni belediyeler kuruldu. Bir gün geldi, Kızılay Meydanı ve tarihi Kızılay Binası yok edildi. Yerine ucube binalar dikildi. Bir gün geldi, güzelim Atatürk Bulvarı alt geçitler inşa edilerek otobana çevrildi. Çocukluk anılarımızın geçtiği, Ankara’nın simgesi Kuğulu Parkımız neredeyse yerle bir ediliyordu, günlerce protestolarla direnerek zor kurtardık! Ortasından yol geçirdiler, yarısından çoğu gitti, ulu ağaçları gitti, kala kala küçücük bir parkta, birkaç ağaç, küçücük bir gölet, içinde de birkaç kuğu kaldı. Bir gün geldi, fener alayları kalktı. Bir gün geldi, milli bayram kutlamaları statlardan, sokaklardan kalktı...

O kadar özlüyorum ki o eski, sadece anılarımda kalan Ankara’yı...  

25 Aralık 2012 Salı

MELEK YOKSA ŞEYTAN MI?


Masumiyet sizce kaybedilir mi yoksa kazanılır mı?

Rukiye ELMALI
Zaim Güvenç iyi bir senarist iyi bir yönetmen iyi bir oyuncu, çok yönlü bakış açısıyla kendisini geliştirmiş entelektüel bir sanat adamı. Sanata duyduğu aşkı, yeteneği ve emeğiyle harmanlayarak karşımıza çıkaran Güvenç, Melek Yoksa Şeytan mı adlı yeni filmini anlattı.

Bu sektöre ilk nasıl adımı attınız?
Öncelikle oyunculukla başladım. Ve ardı ardına gelen bir dizi gelişme beni en son yönetmenliğe kadar taşıdı. Gazi Üniversitesinde okurken bir hocamız bize “Cümleleri görsel olarak düşünün” demişti. Ben zaten kendi sinema filmimi yapmayı hep istemişimdir. Bu cümle başlangıç noktasıydı ve çok çalıştım. Oyunculuk daha sonra kısa filmler, diziler, uzun metraj filmler geldi.


Senaryo yazarken nelere dikkat ediyorsunuz?
Karakter oluşturmayı seviyorum. Toplumu ve yereli de göz önünde tutarak ortaya bir şeyler çıkarıyorum. Tiyatro oyunlarını yazarken oyuncularıma göre roller yazıyorum; onların bunları nasıl oynayacağını düşünüyorum. Güldürü ya da dram her ne yazıyorsam; en çok gözlem gücünün süzgecinden geçmiş gerçeklik duygusunun önemini iyice kavrayarak senaryolarımı oluşturuyorum.
Sinema ve tiyatro için senaryolar yazıyorsunuz; peki tiyatro ve sinema senaryosu arasında farklar var mı?
Elbette var ama genel olarak bakıldığında oyunculuk özünde aynıdır. Mesela teknik farklılıklar vardır. Tiyatro seyirci ile birebir canlı olarak icra edilen bir sanat dalıdır. Tiyatro yazarken seyirci ile kontak kurmak önemlidir. Sinema ise tüm sözcükleri görsel olarak düşünmeniz gereken bir sanat dalıdır. Ve daha birçok fark vardır elbette! Örneğin hiç konuşmadan sinemada bazı şeyleri görselliğin gücüne dayandırarak anlatmanız mümkündür.
Başrol oyunculuğunu sizin yaptığınız Melek Yoksa Şeytan mı? Filmiyle vizyona girmeye hazırlanıyorsunuz, oyuncularınız kimlerdi?
Kendi ekibimizdendi oyuncularımız! Deniz Güvenç, Merve Aslan, Gözdecan Karaduman, Talha Yayıkçı, Sevgi Uz ve Akın Sevgör' le beraber rol aldık. Yine Haluk Cömert, Bülent Aksoy, Hasan Ballıktaş ve Halil Esen.
Neden tüm oyuncularınızı kendi ekibinizden seçtiniz?
Kendi ekibimizle çalışmak istedik hepsi bu! Emek ve gönül filmi oldu filmimiz!


“Melek yoksa şeytan mı” filmi sizce halk tarafından nasıl tepkiler alır?
Tabi beğenen ve beğenmeyen de olacaktır. Sanatsal ve gerçekçi bir hikâye bizimkisi! Büyük emekler sonucunda ortaya çıktı filmimiz! Halkımız filmimizi bağrına basacak; bundan eminiz.
Film müziklerinizi kimler hazırladı?
Filmimizin müziklerini her şeyden önce OSSİ Müzik’in sahibi Sayın Hakan Eren’le iletişim kurarak hazırladık. Sayın Eren hiç beklentisiz şarkıları bizlere verdi. Şarkıların her biri çok değerli!
Funda, Soner Arıca, Ersan Erdura, Bilgen Bengü, Meral-Zuhal, Seçil Heper, Sadık Karan, Merih Ermakastar gibi çok kıymetli şarkıcıların şarkıları filmimizde yer almakta! Bunu Sayın Hakan EREN’e borçluyuz.
Ayrıca müzik konusunda Umut Şahin ve Deniz Şahin’in “Denge” adlı eserleriyle Hakan Baykal ve Akın Sevgör’ün müzikleri de filmimize büyük katkı sağladı.
Filminizi kısaca özetler misiniz?
İki kız kardeşin başından geçen olaylar üzerinden gelişen film aslında toplumdaki bir çok karakterin hikayesini, ama daha çok çaresizliğini bizlere anlatıyor. En başta Saadet'in dramatik hikayesiyle açılan film bir anda seyir değiştiriyor ve bizler kendimizi iki genç kızın yaşamlarının içinde buluveriyoruz.
Giderek içtenliğini, mücadele etme gücünü kaybetmiş bir toplumun içinde; hiçbir değere yaslanmadan öylece yaşayıp giden insanların hikayesi bu! Öte yandan iki genç kız; yani Nil ve Masal diğerlerinden farklı olarak filmin sonuna kadar mücadelelerinin izini sürüyorlar. Onların bu tavrı zaman zaman diğer karakterlerin dönüşümünü de sağlıyor elbette! Özellikle de Memo’nun!
Filmde olaylar öylesine gelişiyor ki; iki genç kız güçlerini tükettikleri yerde çıkışı birbirlerine tutunmakta buluyorlar. Tam da bu noktada Nil Masal'a Masal Nil'e dönüşüyor sanki!
Nihayet kahramanlarımız toplumsal baskılara inat; toplumun katmanlarını birçok zarı ard arda soyar gibi yaşadıkları sürecin sonucunda masumiyet duygusuyla buluşuyor.
Film seyircisine ‘’Masumiyet sizce kazanılan mı yoksa kaybedilen bir şey mi?’’ sorusunu soruyor. Bir başka deyişle soru şu Melek Yoksa Şeytan mı? Filmi izledikten sonra ruhumuzdan sökün eden duygular bizleri bir başka mecraya taşır mı taşımaz mı? Müthiş bir finalin ve sürprizlerin art arda yaşandığı filmi izleyin ve sizler karar verin.
Unutmayalım, masum bir niyet kocaman bir çığlıktır.

10 Aralık 2012 Pazartesi

Bir Habercinin Gözüyle 10 Günde Etiyopya


On gün boyunca Afrika’nın en önemli ülkelerinden biri olan Etiyopya’da incelemelerde bulunan Milli Gazete muhabiri Ahmet Açıkay, Etiyopya özelinde Afrika kıtası hakkındaki izlenimlerini bizimle paylaştı… Açıkay, bölgenin içinde bulunduğu mahrumiyetten, medyanın sömürü düzenine nasıl taşeronluk yaptığına kadar pek çok çarpıcı açıklamada bulundu…
Şems Şeyma AÇIKAY
Afrika’dan henüz döndünüz. Hangi ülkeyi ziyaret ettiniz, biraz söz eder misiniz?
Kara kıtanın en önemli ülkelerinden biri olan Etiyopya’ya gittim. Etiyopya’nın Başkenti Addis Ababa, Adama, Jijiga eyaletlerini gezdim. Aslında uçaktan inerken ilk bakışta sizi cezbeden bir ülke olduğunu düşünüyorsunuz. Nelerle karşılaşacağınızı merak ediyorsunuz. Seyahatim boyunca genel olarak dikkatimi çeken ülkedeki karmaşık yapı ve yoksulluk oldu. Yoksulluk bu ülkenin kaderiymiş gibi geliyor insana. Bir Asyalı olarak ülkeye bakınca, çok şeylerin yapılabileceğini ve onların yaşantısının bir kader olmadığını düşünüyorsunuz. Ancak bulunduğum süre zarfında gördüklerim ve yaşadıklarım bu durumun onların zihinlerinde “bir kader olduğu” fikrini oluşturdu bende. Kısa sürede siz de aslında yoksulluğun onlar için bir kader olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Bu yoksulluk, hayatın her alanında var. Çöpten ekmek yiyen insanlar mı dersiniz, sokaklarda çıplak gezenler mi? Vücutları ile para kazanmak için yollara dizilen kadınlar mı dersiniz, sokak köpekleri ile sokakta yatan insanlar mı… Bu manzaraları sayarak bitiremem.

Etiyopya daha önce gittiğim Afrika ülkelerinden gelişmişlik düzeyi olarak daha üstün. Başkent Addis, bana 1980’lerin o karmaşık yapısıyla İstanbul’u hatırlattı. Yoksullukta uçurum o kadar fazla ki en zengini ile en fakiri arasında dağlar kadar mesafe var. Ülkede bir demokratik yapıdan söz edilebilir ama bu yapı iyi işlemediği için sıkıntılar da diz boyu. Dini açıdan hıristiyan ve müslümanların beraberliği ise çok önemli. Bu birliktelik, onları dünyanın diğer toplumlarından da ayırıyor bana göre.
Yoksulluktan söz ettiniz. Ülkenin bu makus kaderinin sebepleri size göre neler olabilir?
Aslında Etiyopya özelinde Afrikalıların temel sorunu açlık ve yoksulluk değil. Temel sebebi zihin yoksunluğu. Çünkü bu coğrafyalarda yaşayan insanlar öyle zihinlerimizdeki algısı ile açlıktan ölen insanlar değil. Sırf zihinlerini kendileri yönetemedikleri için bu duruma düşüyorlar. Önemli olan nokta da burası. 90 milyon nüfusu ile büyük bir ülke olan Etiyopya’da yeşil alanlar, ekvator ikliminin elverişli imkanları ve daha pek çok olumlu yönüyle bu ülkede insanlar daha iyi bir yaşam standardına erişebilir. Bunun için ise öncelikle zihinlerini kendilerinin yönetmesi gerektiği inancındayım. Başkent’ten daha uzak bölgelere gittiğimizde gördüğümüz manzaralara bakılırsa, ülkede hala bir çadır kültürü hakim. Bildiğimiz çadırlardan farklı hasırdan çadırlar bunlar. Yani toplum tam olarak yerleşik bir yapıya geçememiş. Bu konuda ilerlemeler kaydediyor. Böyle olunca da ülkedeki ekonomi de gelişmiyor. Çünkü insanların ihtiyaçları çok sınırlı. Günlük yemek ihtiyaçlarını giderdikleri müddetçe hayatlarında mutlu olacaklarını düşünüyorlar.

Bir Sömürü aracı olarak "medya"
Afrika’nın bu durumu ile sömürü düzeni arasında bir ilişki var mı sizce?
Yoksulluğun da temelinde söz ettiğimiz “zihin yönetimi” burada devreye giriyor. Afrika’nın en önemli sorunu olan zihin sömürüsü dediğim şey bu. Zihinleri sömürülmüş. Batılılar Afrikalıları ilk keşfettikleri yüzyıldan bu yana bu ülkede insanları boyun eğmeye koşullamış. Bu ise başlarının eğikliğinden değil, zihinlerine enjekte ettikleri emirlere itaat noktasında ön plana çıkıyor. Yer altı ve yer üste zenginlikleri ile sürekli sömürülen bu kara kıtanın kaderi de bu şekilde ilerliyor. An bariz örneği, ülkede, televizyon seyretmek isterseniz, bu ihtiyacınıza cevap verecek iki TV var; ya CNN’i ya da France 24’ü açmak zorundasınız. Ya Arapça ya da İngilizce dilleri ile bu toplumu yönlendiriyorlar. Örneğin France 24 kanalı Etiyopya’da Arapça yayın yaparken, daha önce bulunma fırsatı edindiğim ve Fransız sömürgesi olan ülkeler Togo, Benin, Burkino Faso’da da aynı kanal halkın hepsinin konuştuğu dil olan Fransızca yayın yapıyor. Sömürü dediğimiz şey daha önceki yüz yıllarda gemiler ve askerlerle yapılıyordu. Şimdi ise bu gelenek, teknoloji ve medya ile sürdürülüyor.
Medyanın bu noktada önemli rol oynadığını söylediniz. Özelde dikkatinizi çeken bir şey oldu mu?
Tam da yaşadığım bir olayı aktaracaktım. Şöyle ki; o bölgede yayın yapan Avrupa ve ABD’nin önde gelen televizyon kanalları, CNN, France24, CNBC, CBC ve daha pek çok kanal Türkiye ile ilgili ilginç haberlere imza atıyor. Daha önceki Afrika seyahatimde France24 kanalı Türkiye ile ilgili bir habere yer veriyordu. Haberde neden bahsedildiğini sorduğumuzda oradakiler, haberde ‘Türkiye Irak’ı işgal etti’ bilgisinin geçtiğini söylediler. O kadar şaşırdık ki, bir anda başka bir ülkeyi işgal eden Türkiye’nin vatandaşı olmuştuk. Durumu kendilerine izaha çalıştık ama ne kadar anlatabildik bilemiyorum. Son seyahatimde de Etiyopya’nın Somalisi dedikleri bölgede Etiyopya Devleti ile savaş halinde olan silahlı gruplar vardı. Onlardan bazılarının bize PKK’yı sorması bizi çok şaşırttı. PKK mensuplarını “özgürlük savaşçısı” olarak nitelendirmeleri ise bu şaşkınlığımızı iki katı artırdı. Durumu kendilerine izah ettik. Ama niye böyle düşündüklerini sorduğumuz da ise az evvel söz ettiğim haber kanallarının PKK’yı terörist bir örgüt yerine, halkı adına savaşan bir örgüt olarak lanse ettiğini öğrendik. Bu bilgiyle, medya organlarının Afrika’daki sömürü çarkına nasıl su taşıdığını bir kez daha görmüş olduk.
Etiyopya’da sosyal hayat nasıl?
Etiyopya’da sosyal hayattan kastınız, insanların sürekli sokaklarda dolaşıp bir şeylerle uğraşması ise bu noktada çok sosyaller denebilir. Çünkü bu ülkede insanlar sabahın beşi ile gecenin yirmi üçü arasında sokakta yaşıyorlar. Geriye kalan zaman diliminde ise tek odalı küçük barakalarında yaşamlarını sürdürüyorlar. Burada hem yemek yiyor hem de uyuyorlar. Ancak sosyal hayattan kastınız, kültürel etkinlikler ise kendi açlıklarını gideremeyen bir toplumda sanat ve buna benzer şeylerden söz etmek pek mümkün değil.
Ülkede dikkatimi çeken bir başka şey de sokakların ve caddelerin sürekli kalabalık olmasıydı. İnsanlar gece gündüz dışarıda yaşamlarını sürdürüyor. Karmaşa temelli bir düzen var. Örneğin sadece Başkent Addis Ababa’da birkaç trafik ışığı görüyorsunuz. Fakir bir ülke diyorsunuz ama taksi ve “bajbaj” dedikleri üç tekerlekli bisikletler öyle hareket ediyor ki, orada bulunduğum zaman zarfında bir kazaya dahi şahit olmadım.
Dikkatimi çeken olaylardan biri de insanlarda temizlik ve su ile ilgili bir kültür oluşmamış. Anadolu’daki o su kültürü anlayışı buralara sanki hiç uğramamış. İçme sularını, yağmur sularından ve çukurlara dolan sulardan karşılayan bir toplum. Bu yüzden hastalıklar diz boyu. Sokakları pislikten geçilmiyor, temizlik kültürleri çok zayıf, belki de şartlar onları bu duruma mahkum kılıyor. Her yer çöp dolu, sokaklar kokuyor. En merkezi caddelerde dahi ihtiyaç gideren insanların sayısı o kadar çok ki. Görünce hayretten küçük dilinizi yutacak gibi oluyorsunuz.

Ziyaretiniz esnasında sizi en çok etkileyen şey ne oldu?
Temelde en çok etkilendiğim şey, farklı inanç ve kültür kodlarından gelen bu toplumun beraber ve sıkıntısız bir şekilde yaşamlarını sürdürmeleri. Hele hele dini sembolleri hayatlarında o kadar çok kullanıyorlar ki, gençlerin boyunlarında kocaman haç işaretli kolyeleri görüyorsunuz. Özellikle hıristiyan toplumunda semboller o kadar yoğun ki, arabaların arkasında haç işaretleri, kızların boyunlarında tişörtlerinde büyük haç sembolleri. Hıristiyanların bu noktada ibadet şekilleri de beni çok etkilemişti. Bir kilise ziyaretinde kadınların müslümanlar gibi secdeye gittiklerini görmek benim için yeterince ilginç oldu. Her ne kadar toplumda iki farklı din algısı olsa da, bu algılar birbirlerine çok yakın duruyor.
Peki tüm bu ekonomik yoksulluk için neler yapılabilir?
Afrika’nın tamamında görülen bu düzenin temelinde bir zihinsel sorun olduğunu söylemiştik. Ancak sömürü anlayışının medeniyeti olmayan ve bu şekilde dünyaya adalet sağlayabilecek yeni bir yapılanmaya ihtiyaç duyduğu bir gerçek. Bugün BM ve ona bağlı uluslararası kuruluşların tek taraflı ve tek kutuplu bir dünyada kendilerine göre dizayn ettikleri bölgelerde zihin yönetimini değiştirmek çok zor. Eğer bir gün adaleti sağlayacak yeni bir uluslararası sistem kurulursa o zaman belki Afrika’nın kaderi değişecek. Zihinlerini kendileri kontrol ettikleri müddetçe hem yoksullukla baş edecek, hem de dünyada saygın birer toplum olabilecekler.

Türkiye bölgede etkili mi?
Türkiye’nin bölgede etkinliğinin giderek arttığını yaşadığım olaylardan gördüm. Türkiye’den bakınca belki pek gözükmüyor ama orada iken üzerinizdeki pasaportun ne kadar önemli olduğunu hissediyorsunuz. Edindiğimiz bilgilere göre Avrupa’dan insani yardım için Etiyopya’ya gelen Türk asıllı ama Alman pasaportlu iki vatandaşın, tutuklanarak, terörist diye federal mahkemelerde yargılandığını öğrendik. Bir ay tutuklu kaldıktan sonra, mahkemenin serbest bıraktığını ve bunda Türk Büyükelçiliği’nin önemli bir rol oynadığını öğrendik. Çünkü Alman Büyükelçiliği tutuklu bulunan Türk asıllı vatandaşları ile ilgili herhangi bir girişimde bulunmamış. Türk Elçiliği de konuyu gündemine alınca Etiyopyalı yetkililer bu insanların Türk asıllı olabileceğini ama Alman vatandaşı olduğunu anlarlar. Türkiye’nin kendi vatandaşı olmayan ama soydaşı olduğu iki kişiyi bu şekilde kurtardığını da aktarmış olalım. O bölgede bulunduğumuz günlerde de Türkiye Diyanet Vakfı’nın iki görevlisi yasak bölgede fotoğraf çektikleri için anında gözaltına alınmıştı. Ancak Türk Büyükelçiliği vatandaşlarına sahip çıkarak iki saat içinde özgürlüklerine kavuşmalarını sağladı. Bu iki örnekte gördüğüm şey aslında Türkiye’nin bölgede giderek etkinliğinin arttığıdır. Ancak bu etkinliğin olumlu veya olumsuz yönde ilerlemesi, Türkiye’nin bölgede nasıl var olması gerektiğine karar vermesi ile ilişkili… 

28 Kasım 2012 Çarşamba

Kadın hayatın üstesinden geliyor


Aile içi boşanmaların, şiddetin arttığı şu günlerde kadın, yalnız başına var olma mücadelesi veriyor. Onlar, büyük zorluklarla da olsa kendi ayakları üzerinde durmayı başaran üç kadın. Nene Hatun Kız Öğrenci Yurdunda temizlik görevlisi olarak çalışan Hacer Yeşil, Hatice Aksoy ve Hilal Durmuş kadınların meslek sahibi olmasının çok önemli olduğunu belirtiyorlar.

Melike KISA

Erkek şiddeti gören, cinsel istismara uğrayan ve eşinden boşanan kadın, kendi ayakları üzerinde hayatını devam ettirmeye çalışıyor. Bu kaderi yaşayan temizlik görevlileri Hacer Yeşil, Hatice Aksoy ve Hilal Durmuş kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan kadınlardan üçü…
Onlar metropol şehirde kadın olmanın zorluklarını anlatıyorlar.

Hayatta yanlış kararlar vermenin bedelinin çok ağır olduğunu dile getiren Hacer Yeşil, yaşadıklarını şöyle anlatıyor:
 “Eşimle küçük yaşta görücü usulüyle evlendirildim. Yine küçük yaşta hamile kaldım ve çocuğum ile büyüdüm diyebilirim. Eşim bana sürekli şiddet uyguluyordu. Dayanamadım ve hukuk mücadelesine giriştim. Boşandım tabi. Ailemin evine sığınmak zorunda kaldım. Bir gün olsun çocuğunu arayıp sormadı. Bu çocuğun ihtiyaçları nasıl karşılanıyor demedi.”
 Ailesi ile birlikte kaldığını ifade eden Yeşil, “Annem çocuğuma baktığı için ben çalışıyorum. Yoksa ne yapardım bilmiyorum” diyor. Çalışma hayatının zor olduğunu ve özellikle kadınların kendi mesleğini ele almaları gerektiğini vurgulayan Yeşil, sözlerini şöyle sürdürüyor:

 “Bırakın çalışmasını, kadın olmak zor”
“Çalışma hayatı zordur, ancak kadın olduğunuz zaman daha da zordur. Kadın olunca çalıştığınız erkek arkadaşlarınız bile size farklı bakıyor. Şu anda çalıştığım yerde böyle sıkıntılarım olmuyor. Ancak daha önce çalıştığım yerlerde erkek arkadaşlarla çok sıkıntı yaşadım. Erkek çalışanlar kadınları sürekli meta olarak görüyor ve ona göre davranıyor. Bırakın kadının çalışmasını kadın olmanın kendisi zor. Bu yüzdendir ki kızların eğitim alması, meslek edinmesi çok önemli.”

İki çocuğu olduktan sonra eşinin kendisini boşadığını ve çocukların vekaletini almak zorunda kaldığını söyleyen Hatice Aksoy ise şunları anlatıyor:
“Çocuklarımı tek başına büyüttüm ve evlendirdim. Elli yaşındayım ve bu yaşıma kadar kendisini hiç görmedim. Ben kendisiyle boşandım, ancak çocuklarımın günahı neydi ki bir gün arayıp sormadı.”



“Kendimi çaresiz hissetiğim tek andı”
 Hatice Aksoy, “Tek başına olmak zor değil. Ancak çocukların varsa ve bu çocuklar sana muhtaç ise bu durum insanı kahrediyor. Çocukların diğer çocuklar gibi büyümüyor. Örneğin ben çalışarak ancak çocuklarımın karınlarını doyuruyordum. Bunun dışında herhangi bir aktivite ve ya da diğer aileler gibi onları gezdiremiyordum” diye sürdürüyor konuşmasını.

 “Küçükken çocuklara kaçamak cevaplar verip onları geçiştiriyordum” diyen   Aksoy, şöyle devam ediyor:
“Büyüdüklerinde böyle olmadı tabi. Mesela küçükken onlara komşuların verdiği kıyafetleri giydirirdim. Ama biraz büyüdüklerinde diğer çocuklar gibi olmak istediler. Onlar gibi giyinmek, onlar gibi harcamak. Oğluma bir defasında kıyafet giydirirken kızmaya başladı. ‘Ben başkalarının kıyafetlerini giymek  istemiyorum’ dedi. İşte o zaman bir anne olarak çaresiz olduğumu en derinden hissetiğim andı. Zorluklarla çocuklarımı büyüttüm. Şimdi çok iyi olmasak bile kendimize yeten ve mutlu bir aileyiz.”

Eşinden ayrılmış ve 5 yaşında bir çocuğu olan Hilal Durmuş ise “Sanki utanırcasına benim hikâyem buna benzer” diyor. Çalışma hayatına girdikten sonra kadınlara nasıl davranıldığını ve yine kadınlara hangi gözle bakıldığını daha iyi anladığını ifade eden Durmuş, sözlerini şöyle sürdürüyor:
 “Çalışmak bana kendine güvenmeyi, haklarını aramayı, mücadele etmeyi ve en önemlisi de zihinlerdeki erkek egemen anlayışın bir an önce yıkılması gerektiğini ifade ediyor.”  

23 Kasım 2012 Cuma

Hosta: Çocuk hakları önceliğimiz olmalı


UNICEF Türkiye Temsilciliği İletişim Bölümü Başkanı Sema Hosta, çocukların gelişiminde aileye, devlete ve medyaya önemli görevler düştüğünü belirterek, Türkiye’de eksiklere ve olumsuzluklara karşın son 10 yılda çocuk hakları konusunda önemli ilerlemeler kaydedildiğini söyledi.

Melike KISA/Nejla SAKINMAZ

UNICEF Türkiye Temsilciliği İletişim Bölümü Başkanı Sema Hosta, Türkiye’de bütün eksiklere ve olumsuzluklara karşın son 10 yılda çocuk hakları konusunda önemli ilerlemeler kaydedildiğini söyledi.
Çocuk haklarının kabulünün 23. yıldönümü nedeniyle Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde UNICEF Türkiye Temsilciliği İletişim Bölümü Başkanı Sema Hosta’nın konuşmacı olarak katıldığı “Çocuk Haklarının Neresindeyiz?” konulu söyleşi düzenlendi.

Söyleşide söz alan İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Zakir Avşar, çocukların savaş, çatışma ve doğal afet gibi durumlarda riskli konumda olduklarının altını çizerek, “Çocuklara karşı duyarlılığı artırmanın herkesin ortak problemi olmasını sağlamamız gerekiyor” dedi. Medyada çocuklarla ilgili yer alan haberlerde üslup sorunlarına dikkat çeken Avşar, “Çocukların mağduriyetini ön plana çıkaran haberler medyada yer alıyor. Bu konuda haberlerin çok dikkatli yazılması gerekiyor. Suç işleyen çocuk yoktur, suça itilen çocuk vardır” diye konuştu. Avşar, çocukların ve ailelerin istismarına yol açmayacak reklamcılık anlayışının gelişmesi gerektiğinin altını çizerek, ailelerin bu konuda çok dikkatli olması gerektiğini belirtti. Öğrencilere seslenen Avşar, “İleride çocuklarınız olursa onlara karşı ilgili davranın, nasıl büyüdüklerini görün, size uzak ve kayıtsız büyümesinler” diye konuştu.

UNICEF Türkiye Temsilciliği İletişim Bölümü Başkanı Sema Hosta ise UNICEF’in çalışmalarını anlattı. Çocukların eğitiminin çok önemli olduğunu vurgulayan Hosta, “18 yaşın altına kadar herkes çocuk olarak kabul ediliyor. Bence 60 yaşına kadar herkes çocuk olmalı” dedi. Çocuklar, gençler ve kadınlar için çalışmalar yaptıklarını dile getiren Hosta, “Erkekler için neden çalışmadıklarımızı soruyorlar. Vakit buldukça onlar için de çalışıyoruz. Kadınları eğitmek çok daha önemli. Çünkü kadınları eğitmiş olursanız herkesi eğitmiş olursunuz” diye konuştu.

“Kızların eğitimi önemli”
Çocuk haklarının en önemli temsilcisinin UNICEF olduğunu vurgulayan Hosta, bu konuda gerekli çalışmaları yaptıklarını söyledi. Hosta, UNICEF’in çalışmalarının çocuklar, gençler ve kadınlara yönelik olduğunu belirterek, çalışma önceliklerinin çocuk hakları, kızların eğitimi, erken çocukluk gelişimi, HIV/AIDS’e karşı savaşma, çocuk koruma ve bağışıklama olduğunu ifade etti.

Sema Hosta, “Kızların eğitimi önemli. Kızların eğitimi üzerinde çalışmalarımızı yapıyoruz. Çünkü kızları yetiştirmek ülkenin gelecekteki refahında önemlidir” dedi. UNICEF’in nasıl çalıştığını anlatan Sema Hosta, ülkelerin önceliklerine göre beşer yıllık programlar belirlediklerini bildirdi. Çocukları şiddet ve istismardan korumanın çok önemli olduğunu söyleyen Hosta, şiddetin her zaman ortaya çıkan bir olgu olduğunu ve bu olgu ile herkesin mücadele etmesi gerektiğini belirtti.


“Çocukların ihtiyaçları farklı”
Çocuk haklarının neden insan haklarından ayrı olarak ele alınması gerektiğini anlatan Hosta, çocukların korunmasız olduklarını ve kendilerini etkileyecek gelişmelere doğrudan katılma olanaklarının bulunmadığını söyledi. Hosta, “Çocuklar da insan ama onların ihtiyaçları farklı. Çocuklar daha doğrusu yeni doğan bebekler hayata bağımlı bireyler olarak katılıyorlar. İhmale çok açık oluyorlar. Bu nedenle her şey size bakıyor” diye konuştu. Çocukların gelişiminde ilk sorumlunun aile olduğunu belirten Hosta, daha sonra devlete, özellikle de medyaya önemli bir görev düştüğünü ifade etti.

Türkiye’de bir buçuk milyon çocuğun kayıt dışı olduğunu anlatan Hosta, bu konuda da yine kadınların eğitiminin önemli olduğunu dile getirerek, “Kadınları eğitirsek gidip birisinin ikinci, üçüncü eşi olmazlar. Çocuklarını mutlaka nüfusa kaydettirirler” dedi. Sema Hosta, Çocuk Hakları Sözleşmesinin 12., 13. ve 17. Maddelerinin çok önemli olduğunu belirterek, Türkiye’de eksikliklerin ve olumsuzlukların olmasına karşın son 10 yılda çocuk hakları konusunda önemli yol kat edildiğini söyledi.

16 Kasım 2012 Cuma

Doğalgaz zamları sobaya talebi artırdı


Nejla SAKINMAZ

Kışın en büyük sorunlarından birisi hiç kuşkusuz ısınma. Doğalgaza gelen zamlar nedeniyle vatandaşların başvurduğu çarelerden birisi de sobaya geri dönmek. Soba satışları ile ilgili olarak Ulus’taki sobacılar çarşısında yaklaşık 85 yıllık Bahar Soba’nın sahibi Serdar Yapıcıoğlu ile söyleşi yaptık.

Kaç yıldır Bahar Soba’da çalışıyorsunuz?
Ben 6 yıldır burada çalışıyorum. Memurdum emekli olduktan sonra dükkanın başına geçtim. Fakat daha öncesinde de boş zamanlarımda anneanneme yardım amaçlı burada çalışıyordum.

Dükkan size anneannenizden mi kaldı?
Evet. Anneannemin hikayesini anlatayım size, 1940’lı yıllarda çok genç yaşta üç çocukla dul kalınca tulumu giyip dükkanın başına geçiyor. Üç çocuğunu büyütüp okutuyor bu dükkan sayesinde. Çalışamaz duruma gelene kadar da burada çalıştı. Anneannemden sonra akrabalar burayı işletti. Emekli olunca da ben çalışmaya başladım. Yaklaşık 85 yıllık tarihi var bu dükkanın.

Doğalgaza yapılan zamlar soba satışlarını artırdı mı?
Özellikle son üç yıldır bir eskiye dönüş var. Müşteriler benim için bir anket oluyor. Soba satın alanların üç de ikisi kalorifer olmasına rağmen soba satın alıyor. Ankara’da gecekonduların yıkılıp toplu yaşama geçilmesine rağmen bana göre soba satışlarında son üç yıldır özellikle de bu sene patlama var. Bunda mutlaka doğalgaza yapılan zamların etkisi olduğunu düşünüyorum. 

Satışların en yoğun olduğu dönem ne zaman?
Soba satışları olarak en yoğun dönem eylül, ekim,  kasım ve aralık. Yazın mangal satışları fazla oluyor. Yani mevsime göre satılan malzeme değişiyor.

Ne tür sobalar tercih ediliyor?
En çok kuzine yani fırınlı sobalar tercih ediliyor, çünkü fırınında kestane patlatabilirsin, patates közleyebilirsin çok amaçlı kullanılabilir yani.

Müşteri profiliniz nedir?
Net bir şey söylemek mümkün olmamakla birlikte Sancaktepe, Ufuktepe, Şafaktepe, Mamak, Boğaziçi ve kazalardan daha çok müşterim var. Bizim müşterimiz çok çeşitlidir yoğunluk olarak dediğim kesimlerdir, ama bize Ümitköyden de gelirler. Müşteri villa sahibidir fakat nostalji yaşamak ya da dekoratif amaçlı soba satın alır. Çiflik evi vardır alır.

Soba fiyatları ne kadar?
Kuzine sobalar 150 - 350, yuvarlak ve köşeli sobalar 80 – 200, banyo sobaları da 40 – 70 TL arasında değişiyor.

Sobalar hangi şehirlerde üretiliyor?
Eskişehir, Bursa ve Kayseri Türkiye’nin soba ihtiyacını karşılayan illerdir.            

13 Kasım 2012 Salı

Değişen şartlarda yerelde matbaa sektörü


Melisa SEVEDİOĞULLARI
Yüzyıllardır küçük penceremizden bize büyük dünyayı gösteren gazeteler, dergiler, broşürler vs. gelişen teknoloji ile yavaş yavaş yok oluyor. Değişen şartlar karşısında direnen matbaa ve matbaacılık sektörünü daha yakından tanımak için, yıllarını bu sektöre vermiş, tam anlamıyla çekirdekten yetişmiş bir matbaacı olan Gökhan Azar'la geçmişle günümüzü kıyaslayacak, sektörün sorunlarına değinecek kısa bir söyleşi yaptık.

Kısaca kendinizi anlatır mısınız?
1980 Bursa Doğumluyum. 1989 yılından beri Mudanya'da yaşıyorum. İlk ve ortaokulu Mudanya'da bitirdim, liseyi açıktan okudum. 1992 yılından beri de matbaa sektöründe çalışıyorum.
Bu işe nasıl başladınız?
İlkokulu bitirdikten sonra, babamın yanında garsonluk yapmaya başlamıştım. Bu sırada lokantanın müdavimlerinden olan Dündar Parmaksızoğlu benim çalışmamı beğenip babama gidiyor ve “Bu çocuğu burada köreltme Hayrullah usta! Gelsin bizimle çalışsın” diyor. Babam kendisine olan saygısından istemeyerek de olsa bu duruma “evet” diyor.  Ben de 1992 yılının mart ayında Mudanya Ofset'te o zamanki ismiyle Mudanya’nın Sesi Gazetesi ve Matbaası’nda işe başlıyorum.
Bu meslek için gerekli yetenekler nelerdir?
Bizim meslekte de her meslekte olduğu gibi gereken en önemli şey meraktır. Merak ederseniz öğrenebilirsiniz. Bunun dışında iyi bir gözlemci olmak gerek. Ayrıca sabırlı olmak da altın kurallardan biridir.
Mesleğinizde başınıza ilginç olaylar geldi mi?
Hem de çok, unutamadıklarımdan birini kısaca anlatayım; 1998 yılıydı sanırım, Kapıdan içeri bir müşteri girdi, elinde çantası, çantadan kağıtlar parçalar halinde dışarı sarkmış, enteresan bir görüntüsü var. Kısa bir selamlaşmadan sonra başladı anlatmaya. Kendisinin At bahislerinde her zaman kazandıran bazı formüller bulduğunu, bu formüllerle kaybetmenin mümkün olmadığını, bildiklerini bir kitapçık yapıp herkese dağıtmak istediğini anlattı. Adamdaki ikna yeteneğine bakın ki biz herhangi bir kaparo da almadan kitapçığın hazırlıklarına başladık. Geceli gündüzlü ben at isimleri karşılarına da formülleri yazıyordum. Atlarla kafayı yemek üzereyken kitapçığı bastık teslim ettik adam da bizi dolandırdı gitti. O gün bugün atlardan uzak dururum.
Gazete basıyor musunuz?
Mudanya Ofset olarak 1976 - 2006 yılları arasında Mudanya’nın Sesi Gazetesi'ni hazırlanması basımı ve ücretsiz dağıtımını yaptık.
Neden ücretsiz?
Yıllarca Mudanya’nın ilk ve tek gazetesi olarak haberi ilk elden Mudanyalılara ulaştırmaya çalıştık. Mudanya'nın sesi olduk. Yaptığımız işin para olarak karşılığını hiçbir zaman düşünmedik. Küçük yerleşim yerlerinde gazete satışıyla ayakta kalmanız mümkün değildir. Biz matbaadan kazandıklarımızı gazeteye aktararak 2006 yılına kadar direnebildik. Gelişen ve değişen koşullar artan hammadde fiyatlarına daha fazla dayanamayarak 2006 yılında gazetenin isim hakkını devretmek zorunda kaldık.
Günümüzde sosyal medya yaygınlaştı. Bu durum işlerinizi nasıl etkiliyor?
Sosyal medya habere ulaşmayı çok kolaylaştırdı. Yakın bir gelecekte basılı olarak çıkan gazetelerin yayından kalkacağını söyleyebiliriz. Bu da matbaa makinalarına olan ihtiyacı azaltacak. Dijital ortamın etkileyeceği en büyük kesim matbaa çalışanları olacak diyebiliriz. Kağıda olan ihtiyaç azaldıkça bizim de işlerimiz azalacaktır. Matbaa sektöründe dijital ortamdan etkilenmeyecek tek kesim ambalaj sektörü olacaktır diye düşünüyorum.
Başladığınız günden bu yana neler değişti?
İşe ilk başladığımda matbaamızda iki tane dizgi makinesi vardı Biri Entertype markaydı diğer daha eski bir marka Linotype. Bunun yanında Frenkental makinalarının benzeri olan ismini tam hatırlayamıyorum ama Brüksellers gibi bir ismi olan sallama bir makine, yine bunun yanında kartvizit ve davetiye basımı için kullandığımız İstanbul yapımı el pedalı ve el pedalından biraz daha büyük ebatta motorlu bir sallama baskı makinemiz ve grafopres marka bir maşalı makinemiz ve harflerin bulunduğu kavaletler vardı. Gazetenin makaleleri dizgi makinalarında kurşun satırlar halinde dökülürken sayfanın başlıkları ve spotlarını da kavaletlerden tek tek kumpasa dizerek oluştururduk. Dizgi makineleri arıza yaparsa gazetenin tümü kumpaslarla dizilir kavaletlerde harf kalmadığı zaman gazetenin yarısı basılır, harfler kavaletlere dağıtılır sonra gazetenin diğer yarısı dizilir ve basılırdır.
Gazete de kullandığımız fotoğraf ve çizimler klişe olarak Bursa'da klişehanelerde hazırlatılır baskıya yetiştirilirdi. O zamanın şartlarında bir devlet büyüğünün bir veya iki fotoğrafı klişe halinde saklanır farklı sayılarda hep bu iki resim değiştirilerek kullanılırdı. 1993 yılında bilgisayara geçtik ve ilk Gestetner marka ofset baskı makinemizi aldık.
Zamanla tamamen bilgisayarlı sisteme adapte olduk. Adaptasyon sürecinde yaşadığımız küçük bir anımı da sizinle paylaşmak istiyorum, Patronumuz Dündar Parmaksızoğlu, ben bilgisayarda çalışırken yanıma geldi gazeteyle ilgili yazıları yazıyoruz, “Evladım; bunun içinde kaç tane harf var çıktı, aldıktan sonra bunları nasıl dağıtıyorsunuz kasalarına” derdi. İçinde bulunan yazı tipi çeşitliliğine şaşkınlığını hiçbir zaman gizlemezdi.
Daha sonra elimizdeki tarihi eser niteliğinde olan makinelerin bazılarını Bursa Basın Müzesi'ne bağışladık. Makinelerimizin burada gelecek nesiller tarafından görülebilecek olması bizim için büyük mutluluk. Şimdi ise dijital habere, fotoğrafa veya bir grafiğe ulaşmak sadece size bir ekran kadar uzak. Oturduğunuz yerden saydığım tüm bu işleri bir tek kişi ile yapabiliyorsunuz.
Son olarak sizden sonra bu işi yapmak isteyenlere neler söylemek istersiniz.
Matbaacılık çok zevkli ve saygın bir meslek. Bu işi yaptığım için her zaman kendimle gurur duydum. Bu mesleği seçecek arkadaşlara en büyük tavsiyem mutlaka matbaacılıkla ilgili meslek okullarında okusunlar. Matbaa işinde sevgi ve terinizi işe katmazsanız ortaya güzel şeyler çıkarmanız mümkün olmuyor.

8 Kasım 2012 Perşembe

Kış Aylarında Nasıl Beslenmeliyiz?


Melis SEÇKİN
Ankara Numune Hastanesi Beslenme ve Diyet Bölümü diyetisyeni Serap Kalkır  kış aylarında bağışıklık sistemimizi güçlendirmek için vitamin ve mineral açısından yeterli beslenilmesi gerektiğini belirtti.
Kalkır, yaz aylarında sıvı kaybının fazla olduğunu ve daha çok sıvı tüketildiği için besinlerin sindiriminin kolay olduğunu söyledi.  Kış aylarında, soğuk havalar nedeniyle, enerji kaybının fazla olduğunun altını çizen Kalkır, enerji ihtiyacı arttığı ve aktivite azaldığı için kilo alımının yaz aylarına göre kolaylaştığını dile getirdi.
Kalkır, az ve sık beslenerek metabolizmayı hızlandırmak gerektiğinin ve mümkün olduğu kadar egzersiz yapmak gerektiğinin altını çizdi. Soğuk havalarda enerji harcama azaldığından ağır hamur tatlılarından kaçınılmasını gerektiğini ifade eden Kalkır, tatlı ihtiyacını sütlü tatlılardan karşılamanın daha doğru olduğunu anlattı.
Yeterli ve dengeli beslenmenin öneminin hatırlatan Kalkır, “Kış aylarında yeşil yapraklı sebzelere ağırlık vermek gerekir. Kuru baklagiller, fındık, badem, ceviz içi gibi besinleri yeterince tüketmek gerekir. Günde 300-500 gram süt-yoğurt grubu besin almak kemik yoğunluğunu korumak ve kalp-damar sağlığı için çok yararlıdır. Tahıllı yiyeceklerin beslenmemizdeki önemi unutulmamalıdır. Haftada 2 gün tavuk ya da hindi eti, 2 gün kırmızı et, 1 gün balık eti, geri kalan günlerde kuru baklagiller kesinlikle tüketilmelidir’’ dedi.
Savunma sistemini güçlendirici özelliği olan C vitamini ihtiyacını kuşburnu, turunçgiller, koyu yeşil yapraklı sebzelerden ve meyvelerden karşılamak gerektiğini dile getiren Kalkır, C vitaminin kış aylarında vücudu hastalıklara karşı koruyacağını belirtti.
Kalkır, yumurta tüketildiğinde yanında taze sıkılmış bir meyve suyu tüketilmesi, çayın yemeklerden 2 saat sonra içilmesi, bitki çaylarının günde bir bardaktan fazla içilmemesi önerisinde bulundu.

7 Kasım 2012 Çarşamba

İçimizden Biri


Ayşegül ÖMÜR

Parklar... Betona boğulmuş semtlerin, otobana çevrilmiş bulvarların, kalabalık trafiğin, yoğun iş hayatının üzerimizde yarattığı stresten kurtulduğumuz parklar… Nefes aldığımız, yeşile doyduğumuz, spor yaptığımız, çocuklarımızı gezdirdiğimiz, bizi rahatlatan, yeniden canlandıran, içinde kuşları, kedileri, börtü-böceği barındıran açık alanlar... Hiç düşündünüz mü parkların güvenliğini, çiçeklerinin ağaçlarının bakımını, sulanmasını yapanların, onları tozu yeni alınmış ev gibi temiz tutanların kim olduğunu, nasıl biri olduğunu, nerde, nasıl yaşadığını, nelerden yakındığını?
İşte onlardan biri:
Merhaba, Mehmet Çavuş.  Üstündeki kıyafetin bana jandarmayı hatırlattığı için Çavuş diyorum. Ben seni Parktan tanıyorum, ama şimdi bu söyleşiyi okuyanlar için senin bize kendini tanıtmanı rica ediyorum.  Adını, soyadını ve burada ne iş yaptığını öğrenerek başlayalım söyleşimize.
Merhaba. Adım Mehmet Erdoğmuş.  Yenimahalle Belediyesinin Ümitköy Meksika Caddesindeki Kutlutaş Kardeşlik Parkı’nın bekçisiyim.
Kaç yaşındasın Mehmet Çavuş?
1964 Doğumluyum,  48 yaşındayım.
Nerelisin?
Nevşehir, Hacıbektaş’lıyım .
Ne kadar zamandır Ankara’dasın?
1990’da göçtüm Ankara’ya.
Nerede oturuyorsun? İşine nasıl gelip gidiyorsun?
Etlik, Sancaktepe Mahallesinde oturuyorum. İşime iki otobüs değiştirerek gelip gidiyorum. Bazen dönüşte Belediyenin servisi GİMAT-Ostim’e kadar bırakır, devamını oradan otobüsle giderim.
Uzakmış, kolay olmuyordur her gün o kadar yoldan gelip gitmek. Çalışma saatlerin nasıl? Haftanın kaç günü çalışıyorsun Parkta?

Sabah 8 - akşam 5 arası, haftada 6 gün çalışır, 1 gün izin yaparım.
Yıllık iznin kaç gün?
Yılda 12 gün. Bayram günlerine ait izin kullanabiliyoruz, ayrıca 12 gün de yıllık iznimiz var.
Evli misin? Çocukların var mı, kaç tane?
Evet evliyim. Üç çocuğum var. İkisi kız, biri 14 diğeri 13 yaşında, biri oğlan, 9 yaşında.
Okuyorlar mı?
Evet, kızlar ortaokulda, oğlan da ilkokul 4. Sınıfta.
Karın çalışıyor mu, ne iş yapıyor?
Yok abla, karım ev kadını çalışmıyor. Çocuklarla, evin işleriyle meşgul.
Tek maaşla beş kişilik aileyi geçindirmek zor olmuyor mu? Yakınlarından herhangi bir destek görüyor musun?
Zor olmasına zor oluyor da, ayağımızı yorganımıza göre uzatıyoruz. Aldığım para kıtı kıtına yetiyor. Çocukların masrafı, mutfak masrafı epeyce tutuyor. Çok darda kalırsak babamlar destek oluyor. Ayrıca erzak ihtiyacımıza da babamlar yardımcı oluyor. Onların desteği bizim için çok büyük nimet.
Baban ne işle meşgul?
Babam bağkur emeklisi, eski tüccar. Nevşehir’de esnaftı.
Oturduğunuz ev kendinizin mi, kira mı?
Kendi evimiz çok şükür. Borcunu da bitirdim.
Gözün aydın! Sağlıkla, güle güle oturun.
Sağolasın, teşekkür ederim.
Mehmet Çavuş, park bekçisi olarak başka neler yapıyorsun? Ben seni burada çiçek sularken, yerleri süpürürken görüyorum.
Görev ünvanım park bekçisi olarak geçiyor, ama parkın güvenliğinin yanısıra, temizliği, çiçeklerin bakımı, sulanması gibi her türlü işinden de sorumluyum.
Ne kadar zamandır bu iştesin?  Bununla ilgili bir eğitim, kurs aldın mı?
Ben ortaokul mezunuyum. Bu işi 8 aydır yapıyorum. İşe başlamadan önce Belediyenin Park Bahçeler Müdürlüğü’nün bahçecilik kursunu bitirdim, sertifikam var. Daha önce de 10 yıl bir araba firmasında güvenlik görevlisi olarak çalışmıştım. O zaman da güvenlikle ilgili kurs görmüş ve sertifika almıştım.
Yenimahalle Belediyesinin kadrolu elemanı mısın?
Hayır Belediyede kadrolu değilim. Belediyenin taşeron şirketi olan GİNTEM A.Ş.’nin sözleşmeli elemanıyım.
GİNTEM’in adını duymuştum. Belediyelere çevre temizliği konusunda hizmet veren ve aslında entegre katı atık yönetimi yapan bir şirketti, değil mi?
Evet öyle.
Park demek açık hava demek. Yaz, kış, sıcak, soğuk, yağmur, kar demek. Bu şartlarda açık havada çalışmak nasıl, zor değil mi?
Zor olmaz mı? İyi havalarda değilse bile kötü havalarda zor oluyor. Parkta küçük bir bekçi kulübesi var. İçinde soğuk havalarda ısınmak için elektrikli ısıtıcısı var. Soğukta üşüyünce zaman zaman kulübeye girip ısınır, sonra işime devam ederim. Sıcak havalarda daha kolay tabii. Açık havada çalışmayı ve işimi sevdiğim için fazla zor gelmez bana.
Bu iş için uygun kıyafeti kendin mi alıyorsun, işyerin mi sağlıyor?
Belediye kışlık mont, bot gibi kıyafetleri temin ediyor.
Sosyal güvencen var mı?
Evet, sigortalıyım. Emekliliğime 5 yıl var.
Parkın içinde yürüyüş yolu, spor aletleri, oturma alanları ve çocuk bahçeleri var. Çok gelen oluyor mu? İnsanlarla ilişkilerin nasıl?
Parkı her gün senin gibi spor için gelenler, oturmaya gelenler, çocuklarını oynamaya getirenler, köpeklerini gezdirenler olarak epeyce insan ziyaret eder. Çoğunu tanırım, selamlaşır hal hatır sorarız birbirimize. Bazılarıyla güncel konulardan, memleket meselelerinden,  hayatın zorluklarından ayaküstü sohbetlerimiz olur. Genellikle kibar, düzgün, eğitimli insanlardır buraya gelen mahalle sakinleri.
Şikayetçi olduğun bir şey var mı? Genel olarak çevreyi koruyor, temiz tutuyor mu gelenler?
Parkın müdavimi olan mahalle sakinleri çevreye çok dikkatli. Benim şikayetim, bazı köpek gezdirenlerden. Bazısı köpeklerinin tasmasını açıp serbest bırakıyor, kimi insan- çocuk köpekten korkuyor, onlar bana şikayet ediyor, söyle de köpeklerini başıboş bırakmasınlar diye. Ya da köpekleri etrafa pisliyor, aldırış etmiyorlar. Oysa parkımızda levha var, köpeklerinizin tuvaletini parkta yaptırmayın diye, ama buna dikkat etmeyenler var.  Bizim bir de “çimlere basınız” diye levhamız var. O zaman ne olur? İnsanlar çimlere  bastımıydı köpek pisliği bulaşabilir ayağına.
Mehmet Çavuş, ben de parktaki kedileri beslemeye giderken bir keresinde basmıştım çimlerin arasındaki köpek pisliğine... Köpek sahipleri daha duyarlı olmalı. Bazısı ne güzel eldivenini takıp anında topluyor hayvanının pisliğini. Keşke hepsi öyle olsa, değil mi?
Keşke. Çekirdek çitleyip kabuğunu yere atanlar var, onlar da ayrı kirletici. Hava iyiyse çocuk bakıcısı kadınlar çocuklarla parka gelirler, hepsi bir yerde toplaşıp lafa dalarlar,  bu arada çocuklar bazen etrafa dağılır, kimi çiçekleri yolar, kimi elindeki yiyecekleri kağıt mendilleri yerlere atar, kimi spor aletlerinin civarına gider. Bir de bunlar kirletir parkı. Spor yapanlar da çocuklar etraflarına doluşunca tedirgin olur ya aletler çarparsa diye. O zaman da onlar şikayet ederler söyleyin de bu çocukları buralara başıboş bırakmasınlar diye. İşte kimse rahatsız olmasın diye bütün bu insanları kollayıp gerektiğinde usulünce uyarmaya çalışırım.
Bu görevinde karşılaştığın ilginç bir olay oldu mu?
Evet. Okulların açıldığı hafta bir gün üç liseli genç parktaki kameriyede oturuyor, müzik dinleyip meyva suyu içiyorlardı. Bir iki saat sonra bunlarda birden bir telaştır, koşuşturmadır başladı. Ben ve parktaki birkaç kişi hemen yanlarına gittik ki, içlerinden biri bayılmış yerde yatıyordu. Ne olduğunu sorunca fazla alkol aldığı için fenalaştığını söylediler. Meğerse meyva suyuna votka katıp da içmişler! Hemen polise ve sağlık merkezine haber verdik. Ambulans geldi baygın genci acile, polis de diğer iki arkadaşını karakola götürdüler. Çocuk alkol komasına girmiş. Bu olaya çok üzüldüm. Benim de çocuklarım var. Böyle bir şeyin başlarına gelmesini hiç istemem. Anaları babaları duyunca ne diyecek, ne yapacak, onlar çocuklarını okula yollamışlar, bir şeyden haberleri yok diye düşündüm. Gençler tecrübesiz, içki içmeye özeniyorlar ama alkolün zararlarını da bilmeleri lazım. Bu olayı hiç unutmayacağım.
Son bir sorum daha var. Gelecekle ilgili beklentilerin neler?
Emekliliğimi hak etmek, çocuklarımın yüksek okullarda okuması, birer meslek edinmesi ve onların iyi, dürüst, aydın kişiler olarak yetiştiğini görmek. Emekli olunca tekrar Hacıbektaş’a dönüp yerleşmek ve orada esnaflık yapmak hayalim var.
Mehmet Çavuş, hayallerinin gerçekleşmesini dilerim. Bana vakit ayırdığın için çok teşekkür ederim.
Rica ederim, ben de teşekkür ederim. İyi günler.

Büyük küçük hepimizin yararlandığı parklarımızın, çevremizin hep temiz ve bakımlı olması için, herşeyi görevlilerden beklemeyip bizler de bazı önlemler alsak daha iyi olmaz mı?