31 Aralık 2012 Pazartesi

Zaman ne çabuk geçiyor Ankara seninle…


Hüseyin KARABIYIK        

İç Anadolu’nun merkezindeki bu kalabalık başkente gelişimin üzerinden iki yıl geçti.
Buraya alışmam oldukça zor oldu. Tek başına yapayalnız bu şehirde…
Öğrenilecek daha çok şeyin olduğunu, deneyimsiz bir insan olduğumu daha çok çalışmam gerektiğini öğretti bana Ankara. Çok sabırsız bir insandım, her şey bir anda olsun bitsin istiyordum. Ama bunun yanlış olduğunu beklemeden sabretmeden her şeyin çar çabuk olamayacağını öğretti bu güzel şehir bana.
 Sonunu göremediğim uçsuz bucaksız bir yoldayım. Geriye doğru dönüp bakıyorum. Ne çabuk geçti iki yıl? Daha dün gelmedim mi ben Ankara’ya? İki yıldan bana ne kaldı ne hatırlıyorum bu iki yıla dair? Hatıralardan ve birkaç fotoğraf karesinden başka… Zaman ne çabuk geçiyor her yerden her kesimden insanın olduğu bu kayıp şehirde.
Bir iki yıl daha geçecek mi Ankara seninle? Fotoğraflardan, hatıralardan başka ne kalacak geçen zamana dair, ne kalacak sen söyle e sessiz şehir!

26 Aralık 2012 Çarşamba

Eski Ankara’yı özlüyorum


Ayşegül ÖMÜR

Ankara... Doğduğum, büyüdüğüm, yaşadığım, bir zamanlar kendimi rahat ve huzurlu hissettiğim şehir... Eskiden ne çok severdim Ankarayı. En çok da çocukluğumun en güzel günlerinin geçtiği, 1960’lı yıllardaki Kızılayı, Atatürk Bulvarını, Tunalıhilmi Caddesini ve caddenin Çankaya tarafındaki Kuğulu Parkı... Çok özlüyorum işte o Ankarayı...




Öyle büyüktü ki o park, şimdiki parkın tamamı o zaman sadece çocuk oyun parkına ayrılmıştı. Salıncakları, tahteravallileri, tırmanma kafesleri, dönme dolabıyla biz çocukları nasıl da cezbederdi, birinden inip diğerine binerken yorulmak nedir bilmezdik.  Şu anki sınırının yanından geçen, Atatürk Bulvarını Tunalıhilmi’ye bağlayan yol geçmiyordu oradan. Şimdi o yolun kenarındaki birkaç büyük ağaç da o zaman parkın tam ortasında yükselen onlarca ağaçtan arta kalanlar... Parkın sınırları aşağı uçta Kavaklıdere şaraplarının sahibinin evinden başlayıp, yukarı uçta Kavaklıdere tenis kulübünün kortlarının sınır telleriyle bitiyordu. Oyuncaklardan sıkılınca parkın sonuna kadar yürür tenis oynayanları seyrederdik. Oradan aşağıya doğru, üstünde suların döndürdüğü çark bulunan küçük bir dere akardı. Derenin orta kısmında tahtadan yapılmış bir de köprü vardı, yanıbaşında büyükçe bir lale bahçesiyle. Dere boyunca yürür, köprüden geçer, laleler arasında fotoğraflarımız çekilir, sonra yine aşağı tarafa geçer oynamaya kaldığımız yerden başlardık. Gölet kocamandı, parka adını veren beyaz kuğuların sayısı da fazlaydı. Şehir o kadar güvenliydi ki, ana babalarımız bizi göletin yanındaki banklarda oturup kuğuları seyrederek beklerdi, bir yandan simitlerini yiyip çaylarını yudumlarken. Yanlarına döndüğümüzde kalan simitleri kuğulara atardık.

Atatürk Bulvarı geniş kaldırımlarıyla, troleybüsleriyle gözümün önüne geliyor. Kuğulu park durağından troleybüse binip de yavaş yavaş Aydınlıkevlere giderken o kadar uzun zaman geçerdi ki, hem gidişte hem dönüşte yol boyunca uyurdum. Milli bayramlarımızda gündüz Kızılaya iner yol kenarında biriken kalabalıkla beraber tören kıtalarının geçişini izlerdik. Kağıt bayraklarımızı coşkuyla sallarken içimiz gururla dolardı. Bize bu günleri yaşatan Büyük Atatürk’ü görmüş olmayı ne kadar da isterdik! Akşamları da fener alayını seyretmek için Atatürk Bulvarına çıkardık. Alkışlamaktan avuçlarımız acırdı...


Sonra biz büyüdük, çoluk çocuğa karıştık, anne baba olduk. Ankara da büyüdü. Kalabalıklaştı, Ankaralı olan olmayan insanlar, binalar, otomobiller, otobüsler, minibüsler, yollar çoğaldıkça çoğaldı. Yeni semtler, yeni mahalleler, yeni ilçeler, yeni belediyeler kuruldu. Bir gün geldi, Kızılay Meydanı ve tarihi Kızılay Binası yok edildi. Yerine ucube binalar dikildi. Bir gün geldi, güzelim Atatürk Bulvarı alt geçitler inşa edilerek otobana çevrildi. Çocukluk anılarımızın geçtiği, Ankara’nın simgesi Kuğulu Parkımız neredeyse yerle bir ediliyordu, günlerce protestolarla direnerek zor kurtardık! Ortasından yol geçirdiler, yarısından çoğu gitti, ulu ağaçları gitti, kala kala küçücük bir parkta, birkaç ağaç, küçücük bir gölet, içinde de birkaç kuğu kaldı. Bir gün geldi, fener alayları kalktı. Bir gün geldi, milli bayram kutlamaları statlardan, sokaklardan kalktı...

O kadar özlüyorum ki o eski, sadece anılarımda kalan Ankara’yı...  

25 Aralık 2012 Salı

MELEK YOKSA ŞEYTAN MI?


Masumiyet sizce kaybedilir mi yoksa kazanılır mı?

Rukiye ELMALI
Zaim Güvenç iyi bir senarist iyi bir yönetmen iyi bir oyuncu, çok yönlü bakış açısıyla kendisini geliştirmiş entelektüel bir sanat adamı. Sanata duyduğu aşkı, yeteneği ve emeğiyle harmanlayarak karşımıza çıkaran Güvenç, Melek Yoksa Şeytan mı adlı yeni filmini anlattı.

Bu sektöre ilk nasıl adımı attınız?
Öncelikle oyunculukla başladım. Ve ardı ardına gelen bir dizi gelişme beni en son yönetmenliğe kadar taşıdı. Gazi Üniversitesinde okurken bir hocamız bize “Cümleleri görsel olarak düşünün” demişti. Ben zaten kendi sinema filmimi yapmayı hep istemişimdir. Bu cümle başlangıç noktasıydı ve çok çalıştım. Oyunculuk daha sonra kısa filmler, diziler, uzun metraj filmler geldi.


Senaryo yazarken nelere dikkat ediyorsunuz?
Karakter oluşturmayı seviyorum. Toplumu ve yereli de göz önünde tutarak ortaya bir şeyler çıkarıyorum. Tiyatro oyunlarını yazarken oyuncularıma göre roller yazıyorum; onların bunları nasıl oynayacağını düşünüyorum. Güldürü ya da dram her ne yazıyorsam; en çok gözlem gücünün süzgecinden geçmiş gerçeklik duygusunun önemini iyice kavrayarak senaryolarımı oluşturuyorum.
Sinema ve tiyatro için senaryolar yazıyorsunuz; peki tiyatro ve sinema senaryosu arasında farklar var mı?
Elbette var ama genel olarak bakıldığında oyunculuk özünde aynıdır. Mesela teknik farklılıklar vardır. Tiyatro seyirci ile birebir canlı olarak icra edilen bir sanat dalıdır. Tiyatro yazarken seyirci ile kontak kurmak önemlidir. Sinema ise tüm sözcükleri görsel olarak düşünmeniz gereken bir sanat dalıdır. Ve daha birçok fark vardır elbette! Örneğin hiç konuşmadan sinemada bazı şeyleri görselliğin gücüne dayandırarak anlatmanız mümkündür.
Başrol oyunculuğunu sizin yaptığınız Melek Yoksa Şeytan mı? Filmiyle vizyona girmeye hazırlanıyorsunuz, oyuncularınız kimlerdi?
Kendi ekibimizdendi oyuncularımız! Deniz Güvenç, Merve Aslan, Gözdecan Karaduman, Talha Yayıkçı, Sevgi Uz ve Akın Sevgör' le beraber rol aldık. Yine Haluk Cömert, Bülent Aksoy, Hasan Ballıktaş ve Halil Esen.
Neden tüm oyuncularınızı kendi ekibinizden seçtiniz?
Kendi ekibimizle çalışmak istedik hepsi bu! Emek ve gönül filmi oldu filmimiz!


“Melek yoksa şeytan mı” filmi sizce halk tarafından nasıl tepkiler alır?
Tabi beğenen ve beğenmeyen de olacaktır. Sanatsal ve gerçekçi bir hikâye bizimkisi! Büyük emekler sonucunda ortaya çıktı filmimiz! Halkımız filmimizi bağrına basacak; bundan eminiz.
Film müziklerinizi kimler hazırladı?
Filmimizin müziklerini her şeyden önce OSSİ Müzik’in sahibi Sayın Hakan Eren’le iletişim kurarak hazırladık. Sayın Eren hiç beklentisiz şarkıları bizlere verdi. Şarkıların her biri çok değerli!
Funda, Soner Arıca, Ersan Erdura, Bilgen Bengü, Meral-Zuhal, Seçil Heper, Sadık Karan, Merih Ermakastar gibi çok kıymetli şarkıcıların şarkıları filmimizde yer almakta! Bunu Sayın Hakan EREN’e borçluyuz.
Ayrıca müzik konusunda Umut Şahin ve Deniz Şahin’in “Denge” adlı eserleriyle Hakan Baykal ve Akın Sevgör’ün müzikleri de filmimize büyük katkı sağladı.
Filminizi kısaca özetler misiniz?
İki kız kardeşin başından geçen olaylar üzerinden gelişen film aslında toplumdaki bir çok karakterin hikayesini, ama daha çok çaresizliğini bizlere anlatıyor. En başta Saadet'in dramatik hikayesiyle açılan film bir anda seyir değiştiriyor ve bizler kendimizi iki genç kızın yaşamlarının içinde buluveriyoruz.
Giderek içtenliğini, mücadele etme gücünü kaybetmiş bir toplumun içinde; hiçbir değere yaslanmadan öylece yaşayıp giden insanların hikayesi bu! Öte yandan iki genç kız; yani Nil ve Masal diğerlerinden farklı olarak filmin sonuna kadar mücadelelerinin izini sürüyorlar. Onların bu tavrı zaman zaman diğer karakterlerin dönüşümünü de sağlıyor elbette! Özellikle de Memo’nun!
Filmde olaylar öylesine gelişiyor ki; iki genç kız güçlerini tükettikleri yerde çıkışı birbirlerine tutunmakta buluyorlar. Tam da bu noktada Nil Masal'a Masal Nil'e dönüşüyor sanki!
Nihayet kahramanlarımız toplumsal baskılara inat; toplumun katmanlarını birçok zarı ard arda soyar gibi yaşadıkları sürecin sonucunda masumiyet duygusuyla buluşuyor.
Film seyircisine ‘’Masumiyet sizce kazanılan mı yoksa kaybedilen bir şey mi?’’ sorusunu soruyor. Bir başka deyişle soru şu Melek Yoksa Şeytan mı? Filmi izledikten sonra ruhumuzdan sökün eden duygular bizleri bir başka mecraya taşır mı taşımaz mı? Müthiş bir finalin ve sürprizlerin art arda yaşandığı filmi izleyin ve sizler karar verin.
Unutmayalım, masum bir niyet kocaman bir çığlıktır.

10 Aralık 2012 Pazartesi

Bir Habercinin Gözüyle 10 Günde Etiyopya


On gün boyunca Afrika’nın en önemli ülkelerinden biri olan Etiyopya’da incelemelerde bulunan Milli Gazete muhabiri Ahmet Açıkay, Etiyopya özelinde Afrika kıtası hakkındaki izlenimlerini bizimle paylaştı… Açıkay, bölgenin içinde bulunduğu mahrumiyetten, medyanın sömürü düzenine nasıl taşeronluk yaptığına kadar pek çok çarpıcı açıklamada bulundu…
Şems Şeyma AÇIKAY
Afrika’dan henüz döndünüz. Hangi ülkeyi ziyaret ettiniz, biraz söz eder misiniz?
Kara kıtanın en önemli ülkelerinden biri olan Etiyopya’ya gittim. Etiyopya’nın Başkenti Addis Ababa, Adama, Jijiga eyaletlerini gezdim. Aslında uçaktan inerken ilk bakışta sizi cezbeden bir ülke olduğunu düşünüyorsunuz. Nelerle karşılaşacağınızı merak ediyorsunuz. Seyahatim boyunca genel olarak dikkatimi çeken ülkedeki karmaşık yapı ve yoksulluk oldu. Yoksulluk bu ülkenin kaderiymiş gibi geliyor insana. Bir Asyalı olarak ülkeye bakınca, çok şeylerin yapılabileceğini ve onların yaşantısının bir kader olmadığını düşünüyorsunuz. Ancak bulunduğum süre zarfında gördüklerim ve yaşadıklarım bu durumun onların zihinlerinde “bir kader olduğu” fikrini oluşturdu bende. Kısa sürede siz de aslında yoksulluğun onlar için bir kader olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Bu yoksulluk, hayatın her alanında var. Çöpten ekmek yiyen insanlar mı dersiniz, sokaklarda çıplak gezenler mi? Vücutları ile para kazanmak için yollara dizilen kadınlar mı dersiniz, sokak köpekleri ile sokakta yatan insanlar mı… Bu manzaraları sayarak bitiremem.

Etiyopya daha önce gittiğim Afrika ülkelerinden gelişmişlik düzeyi olarak daha üstün. Başkent Addis, bana 1980’lerin o karmaşık yapısıyla İstanbul’u hatırlattı. Yoksullukta uçurum o kadar fazla ki en zengini ile en fakiri arasında dağlar kadar mesafe var. Ülkede bir demokratik yapıdan söz edilebilir ama bu yapı iyi işlemediği için sıkıntılar da diz boyu. Dini açıdan hıristiyan ve müslümanların beraberliği ise çok önemli. Bu birliktelik, onları dünyanın diğer toplumlarından da ayırıyor bana göre.
Yoksulluktan söz ettiniz. Ülkenin bu makus kaderinin sebepleri size göre neler olabilir?
Aslında Etiyopya özelinde Afrikalıların temel sorunu açlık ve yoksulluk değil. Temel sebebi zihin yoksunluğu. Çünkü bu coğrafyalarda yaşayan insanlar öyle zihinlerimizdeki algısı ile açlıktan ölen insanlar değil. Sırf zihinlerini kendileri yönetemedikleri için bu duruma düşüyorlar. Önemli olan nokta da burası. 90 milyon nüfusu ile büyük bir ülke olan Etiyopya’da yeşil alanlar, ekvator ikliminin elverişli imkanları ve daha pek çok olumlu yönüyle bu ülkede insanlar daha iyi bir yaşam standardına erişebilir. Bunun için ise öncelikle zihinlerini kendilerinin yönetmesi gerektiği inancındayım. Başkent’ten daha uzak bölgelere gittiğimizde gördüğümüz manzaralara bakılırsa, ülkede hala bir çadır kültürü hakim. Bildiğimiz çadırlardan farklı hasırdan çadırlar bunlar. Yani toplum tam olarak yerleşik bir yapıya geçememiş. Bu konuda ilerlemeler kaydediyor. Böyle olunca da ülkedeki ekonomi de gelişmiyor. Çünkü insanların ihtiyaçları çok sınırlı. Günlük yemek ihtiyaçlarını giderdikleri müddetçe hayatlarında mutlu olacaklarını düşünüyorlar.

Bir Sömürü aracı olarak "medya"
Afrika’nın bu durumu ile sömürü düzeni arasında bir ilişki var mı sizce?
Yoksulluğun da temelinde söz ettiğimiz “zihin yönetimi” burada devreye giriyor. Afrika’nın en önemli sorunu olan zihin sömürüsü dediğim şey bu. Zihinleri sömürülmüş. Batılılar Afrikalıları ilk keşfettikleri yüzyıldan bu yana bu ülkede insanları boyun eğmeye koşullamış. Bu ise başlarının eğikliğinden değil, zihinlerine enjekte ettikleri emirlere itaat noktasında ön plana çıkıyor. Yer altı ve yer üste zenginlikleri ile sürekli sömürülen bu kara kıtanın kaderi de bu şekilde ilerliyor. An bariz örneği, ülkede, televizyon seyretmek isterseniz, bu ihtiyacınıza cevap verecek iki TV var; ya CNN’i ya da France 24’ü açmak zorundasınız. Ya Arapça ya da İngilizce dilleri ile bu toplumu yönlendiriyorlar. Örneğin France 24 kanalı Etiyopya’da Arapça yayın yaparken, daha önce bulunma fırsatı edindiğim ve Fransız sömürgesi olan ülkeler Togo, Benin, Burkino Faso’da da aynı kanal halkın hepsinin konuştuğu dil olan Fransızca yayın yapıyor. Sömürü dediğimiz şey daha önceki yüz yıllarda gemiler ve askerlerle yapılıyordu. Şimdi ise bu gelenek, teknoloji ve medya ile sürdürülüyor.
Medyanın bu noktada önemli rol oynadığını söylediniz. Özelde dikkatinizi çeken bir şey oldu mu?
Tam da yaşadığım bir olayı aktaracaktım. Şöyle ki; o bölgede yayın yapan Avrupa ve ABD’nin önde gelen televizyon kanalları, CNN, France24, CNBC, CBC ve daha pek çok kanal Türkiye ile ilgili ilginç haberlere imza atıyor. Daha önceki Afrika seyahatimde France24 kanalı Türkiye ile ilgili bir habere yer veriyordu. Haberde neden bahsedildiğini sorduğumuzda oradakiler, haberde ‘Türkiye Irak’ı işgal etti’ bilgisinin geçtiğini söylediler. O kadar şaşırdık ki, bir anda başka bir ülkeyi işgal eden Türkiye’nin vatandaşı olmuştuk. Durumu kendilerine izaha çalıştık ama ne kadar anlatabildik bilemiyorum. Son seyahatimde de Etiyopya’nın Somalisi dedikleri bölgede Etiyopya Devleti ile savaş halinde olan silahlı gruplar vardı. Onlardan bazılarının bize PKK’yı sorması bizi çok şaşırttı. PKK mensuplarını “özgürlük savaşçısı” olarak nitelendirmeleri ise bu şaşkınlığımızı iki katı artırdı. Durumu kendilerine izah ettik. Ama niye böyle düşündüklerini sorduğumuz da ise az evvel söz ettiğim haber kanallarının PKK’yı terörist bir örgüt yerine, halkı adına savaşan bir örgüt olarak lanse ettiğini öğrendik. Bu bilgiyle, medya organlarının Afrika’daki sömürü çarkına nasıl su taşıdığını bir kez daha görmüş olduk.
Etiyopya’da sosyal hayat nasıl?
Etiyopya’da sosyal hayattan kastınız, insanların sürekli sokaklarda dolaşıp bir şeylerle uğraşması ise bu noktada çok sosyaller denebilir. Çünkü bu ülkede insanlar sabahın beşi ile gecenin yirmi üçü arasında sokakta yaşıyorlar. Geriye kalan zaman diliminde ise tek odalı küçük barakalarında yaşamlarını sürdürüyorlar. Burada hem yemek yiyor hem de uyuyorlar. Ancak sosyal hayattan kastınız, kültürel etkinlikler ise kendi açlıklarını gideremeyen bir toplumda sanat ve buna benzer şeylerden söz etmek pek mümkün değil.
Ülkede dikkatimi çeken bir başka şey de sokakların ve caddelerin sürekli kalabalık olmasıydı. İnsanlar gece gündüz dışarıda yaşamlarını sürdürüyor. Karmaşa temelli bir düzen var. Örneğin sadece Başkent Addis Ababa’da birkaç trafik ışığı görüyorsunuz. Fakir bir ülke diyorsunuz ama taksi ve “bajbaj” dedikleri üç tekerlekli bisikletler öyle hareket ediyor ki, orada bulunduğum zaman zarfında bir kazaya dahi şahit olmadım.
Dikkatimi çeken olaylardan biri de insanlarda temizlik ve su ile ilgili bir kültür oluşmamış. Anadolu’daki o su kültürü anlayışı buralara sanki hiç uğramamış. İçme sularını, yağmur sularından ve çukurlara dolan sulardan karşılayan bir toplum. Bu yüzden hastalıklar diz boyu. Sokakları pislikten geçilmiyor, temizlik kültürleri çok zayıf, belki de şartlar onları bu duruma mahkum kılıyor. Her yer çöp dolu, sokaklar kokuyor. En merkezi caddelerde dahi ihtiyaç gideren insanların sayısı o kadar çok ki. Görünce hayretten küçük dilinizi yutacak gibi oluyorsunuz.

Ziyaretiniz esnasında sizi en çok etkileyen şey ne oldu?
Temelde en çok etkilendiğim şey, farklı inanç ve kültür kodlarından gelen bu toplumun beraber ve sıkıntısız bir şekilde yaşamlarını sürdürmeleri. Hele hele dini sembolleri hayatlarında o kadar çok kullanıyorlar ki, gençlerin boyunlarında kocaman haç işaretli kolyeleri görüyorsunuz. Özellikle hıristiyan toplumunda semboller o kadar yoğun ki, arabaların arkasında haç işaretleri, kızların boyunlarında tişörtlerinde büyük haç sembolleri. Hıristiyanların bu noktada ibadet şekilleri de beni çok etkilemişti. Bir kilise ziyaretinde kadınların müslümanlar gibi secdeye gittiklerini görmek benim için yeterince ilginç oldu. Her ne kadar toplumda iki farklı din algısı olsa da, bu algılar birbirlerine çok yakın duruyor.
Peki tüm bu ekonomik yoksulluk için neler yapılabilir?
Afrika’nın tamamında görülen bu düzenin temelinde bir zihinsel sorun olduğunu söylemiştik. Ancak sömürü anlayışının medeniyeti olmayan ve bu şekilde dünyaya adalet sağlayabilecek yeni bir yapılanmaya ihtiyaç duyduğu bir gerçek. Bugün BM ve ona bağlı uluslararası kuruluşların tek taraflı ve tek kutuplu bir dünyada kendilerine göre dizayn ettikleri bölgelerde zihin yönetimini değiştirmek çok zor. Eğer bir gün adaleti sağlayacak yeni bir uluslararası sistem kurulursa o zaman belki Afrika’nın kaderi değişecek. Zihinlerini kendileri kontrol ettikleri müddetçe hem yoksullukla baş edecek, hem de dünyada saygın birer toplum olabilecekler.

Türkiye bölgede etkili mi?
Türkiye’nin bölgede etkinliğinin giderek arttığını yaşadığım olaylardan gördüm. Türkiye’den bakınca belki pek gözükmüyor ama orada iken üzerinizdeki pasaportun ne kadar önemli olduğunu hissediyorsunuz. Edindiğimiz bilgilere göre Avrupa’dan insani yardım için Etiyopya’ya gelen Türk asıllı ama Alman pasaportlu iki vatandaşın, tutuklanarak, terörist diye federal mahkemelerde yargılandığını öğrendik. Bir ay tutuklu kaldıktan sonra, mahkemenin serbest bıraktığını ve bunda Türk Büyükelçiliği’nin önemli bir rol oynadığını öğrendik. Çünkü Alman Büyükelçiliği tutuklu bulunan Türk asıllı vatandaşları ile ilgili herhangi bir girişimde bulunmamış. Türk Elçiliği de konuyu gündemine alınca Etiyopyalı yetkililer bu insanların Türk asıllı olabileceğini ama Alman vatandaşı olduğunu anlarlar. Türkiye’nin kendi vatandaşı olmayan ama soydaşı olduğu iki kişiyi bu şekilde kurtardığını da aktarmış olalım. O bölgede bulunduğumuz günlerde de Türkiye Diyanet Vakfı’nın iki görevlisi yasak bölgede fotoğraf çektikleri için anında gözaltına alınmıştı. Ancak Türk Büyükelçiliği vatandaşlarına sahip çıkarak iki saat içinde özgürlüklerine kavuşmalarını sağladı. Bu iki örnekte gördüğüm şey aslında Türkiye’nin bölgede giderek etkinliğinin arttığıdır. Ancak bu etkinliğin olumlu veya olumsuz yönde ilerlemesi, Türkiye’nin bölgede nasıl var olması gerektiğine karar vermesi ile ilişkili…