30 Aralık 2013 Pazartesi

Abartılı değil dozunda makyaj

Buse TURAN

İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema bölümünden mezun olan ama mesleğini icra edemeyen bir makyöz Elif Turan. Makyajda dikkat edilmesi gereken noktaları konuştuğumuz Turan doğallıktan yana...



Radyo Televizyon okudun. Bu alanda bir çok meslek varken neden makyözlüğü seçtin?
Makyaja olan zaafımı ve yeteneğimi fark ettim. Bu mesleğe yönelmemdeki en büyük sebep bu. Ayrıca her an farklı bir yüzle çalışmak, insanların duygularına, heyecanlarına ortak olmak beni her zaman dinamik tutuyor. Kendimi sürekli yenilemek, hep daha iyisini yapmaya çalışmak motive olmamı sağlıyor.

İnsanlarla iç içe olmak seni zorluyor mu?
Bu kişiden kişiye değişiyor. Çalıştığım insanlarla ve ortamlarla doğru orantılı. Çoğu zaman zorlayabiliyor. Çünkü hata yapma olasılığın çok az, insanlar seni bu yüzden seçiyor. Ben de bu güveni boşa çıkarmak istemiyorum. Müşterilerimi mutsuz ve memnuniyetsiz göndermek istemiyorum. Bu yüzden daha dikkatli olmak zorunda hissediyorum.

Profesyonel bir makyöz olmak için nasıl bir eğitim aldın?
Bu işi uzun zamandır yapan, akademik kariyeri olan kişilerden eğitim almayı tercih ettim. Bu seni hem meslekte bir adım öne götüren şey olmakla birlikte, öğreneceğin daha çok şeyin olduğunu fark etmeni sağlıyor. Ne yazık ki ülkemizde bu meslekle ilgili bir sanat okulu yok. Olsaydı kesinlikle giderdim. Maalesef kendi şartlarınla bir şeyler öğrenmeye çalışıyorsun. Bu da maddi ve manevi anlamda seni yıpratan bir süreç.

Yaşadığın cografyaya bakarak, bu alanla ilgili yeteri kadar eğitim imkanı olmadığından bahsediyorsun. Peki Türkiye'de makyaj sektörü nasıl bir çizgide ilerliyor?
Son yıllarda revaçta olan bir sektör. Bunun için çok fazla marka ve alternatif var. Mesela şöyle söyleyebilirim; eskiden kadınlar evlenirken kendi makyajlarını kendileri yapıyordu. Günümüzde gelin makyajı, özel gün makyajı gibi alanlar sektörel hale geldi. Gayet de aktif bir rol üstleniyor aslında.

Peki makyaj sektörü kaç dala ayrıldı kendi içerisinde?
Sinema, televizyon, reklam, klip, dergi, kapak çekimleri, gelin ve özel gün makyajları, sahne makyajı gibi bir sürü alana dağılmış durumda.


Bu alanlar içinde en fazla profesyonellik gerektiren dal hangisi?
Tabii ki televizyon ve sinema makyajları daha zordur. Başta bir ekiple çalışmanın, zaman kısıtlılığının ve teknik açıdan kamera, ışık gibi materyallerin yarattığı dezavantajlar var. Yani şunu demek istiyorum ki, bir özel gün makyajı yaptıktan sonra olduğu gibi ''Hadi güle güle! '' demezsin ve çekim sürecince bu işin takibini yaparsın.

Peki plastik makyajın bu alanlar içerisinde yeri nedir?
Plastik makyaj, istenilen ve gereksinim duyulan her alanda kullanılabilir. Atıyorum bir korku filmi çekerken ya da bir parti açılışında uygulanabilir. Bu tamamen talebe yönelik bir şey. Ama plastik makyaj,günümüzde kamera ve fotoğraf çekimlerinde kullanılmaktadır.

Günlük hayatta makyajın çok kullanılmasını nasıl yorumluyorsun?
Ben günlük hayatta doğallığımızı hiç bir zaman kaybetmememiz gerektiğini düşünüyorum, her şeyin fazlası ve kalıplaşması beni irite eden bir durum. Sonuç olarak ben şuna inanıyorum, çok aşırı yapılan makyaj yüzün karakteristik vurgusunu gölgeler.

Suratın karakteristik özelliği kaybolurken, ortaya çıkan yeni ifade kötü bir görüntüye mi sebep olur?
Kimine göre evet, kimine göre hayır. Bence her bireyin karakteristik bir anatomisi vardır ve bunları değiştirmek bana göre bir şey değil. Kişinin kusurları, sevmediği izleri kapatılabilir. Fakat onu farklı kılan özelliklerin kapatılması taraftarı değilim. Çünkü her yüzün kusurlarıyla güzel olduğunu düşünüyorum. Kemerli bir burun varsa bu makyajla düzeltilemez. Kapatmaya çalışmak daha da çirkinleştirir. Bu yüzden herkese yakışan dozda makyajın yapılması taraftarıyım.

27 Aralık 2013 Cuma

Tamer: Işıkçı işi için geldim oyuncu oldum

Başarılı oyuncu İsmet Tamer, Işıkçılık için başvurduğu işte bir anda oyuncu olduğunu söylüyor. Yaklaşık 22 yıldır tiyatro ve oyunculuk sektörünün içinde bulunan Tamer, “Keloğlan Masalları’nın hem dramasını hem de çizgi filmini oynayan tek oyuncuyum’’ diyor.

İbrahim Ozan YILMAZ


Oyunculuğa nasıl başladınız?
Oyunculuğa sürpriz bir şekilde başladım. Onun da enteresan bir hikâyesi vardı. Ben elektronik meslek lisesi mezunuyum, fakat iş aramaya başladığım sıralar bir gazete ilanı gördüm. Özel tiyatromuza ışıkçı ve oyuncular aranıyor diye bir ilan vardı. Bende gidip başvuru yaptım, tabi ışıkçılık işi için gitmiştim. Yapabileceğim bir iş olarak düşünüyordum fakat bu işi de sürekli yapabileceğim aklıma gelmemişti, sadece geçici bir süreliğine yapacağımı düşünerek gittim.
Her neyse gittim başvuruya, bir yığın insan vardı. Ben de o sıraya girdim ve yönetmen dışarı çıkıp şu yazıyı oku dedi. Bende o zamanlar yırtılmamış bir dönemim olduğu için ışıkçı olarak geldiğimi söyleyemedim ve yazıyı okumaya başladım ve yönetmen ses tonumu beğenip seni aldım dedi. Ben de bu şekilde oyunculuğa başlamış oldum. Okuduğum yazı da Nazım Hikmet‘in Kuvay-ı Milliye destanıydı. Zaten oynadığım ilk oyun da O’dur. Müşfik Kenter tek başına oynuyordu o oyunu, ama toplu şekilde oynayan ilk grup bizdik.

Peki, ilk oyununuz Nazım Hikmet’in Kuvay-ı Milliye destanıydı, o oyunu biraz anlatır mısınız? Nasıldı atmosfer ve sizin performans?
İlk oyunumuzu Ankara Dil-Tarih Farabi Salonunda oynadık. Salon hınca hınç doluydu, fakat Nazım Hikmet oyunculuğa başladığım ilk dönem olan 1991 yılında yasaklıydı ve salona bomba ihbarı yapılmıştı. İçeride bir sürü sivil polis de vardı. Bir de oyun gereği kuru sıkı tabanca kullanmak zorundaydık öldürülüş sahneleri için. Benim de ilk oyunum, heyecanlıyım, sesimden dolayı herkes diken üstündeydi. Anlayacağın ilk oyunum böyle heyecanlı bir ortamda başlamıştı.

Hiç oyunculuk eğitimi aldınız mı?
Evet, oyunculuk eğitimimi de bir süre sonra almaya karar verdim. Yeteneğin olması gerekiyordu, fakat bu işin eğitimini de almak istedim ve sahneye çıkmaya bir süre ara verip oyunculuk eğitimleri almaya başladım. Sanat tarihi, diksiyon, artikülasyon, oyunculuk teknikleri, klasik oyunculuk, modern oyunculuk gibi birçok ders aldım.

Aldığınız eğitimden sonra neler yaptınız?
13 yıl boyunca özelde çalıştım, sonra Ankara Uluslararası Tiyatro Festivali’nin kuruculuğunu yaptım. Etos Tiyatro Festivali’nin de kurucularından birisiyim. Ardından Devlet Tiyatrosu’na girip 6 yıl boyunca Devlet Tiyatrosu’nda sözleşmeli olarak çalıştım. Yaklaşık üç yıldır da oyun yazarlığı yapıyorum. Dizi oyunculukları yaptım. İlk dizi oyunculuğum TRT’nin yayınladığı Bizim Evin Halleri  dizisindeydi. Ardından Keloğlan Masalları’nda oynadım. Hem dramasında hem çizgi filminde oynayan tek oyuncuyum sanırım. Erler Film’e ait olan Arka Sokaklar dizisinde oynadım. Behzat Çde üç bölüm oynadım.

Sizin en çok hoşunuza giden karakter tipleri nelerdir?
Kötü karakterleri daha iyi canlandırdığımı düşünüyorum. Kendi karakterimin özellikleri biraz daha ağır başlı, muhlis bir insanımdır fakat kötü karakterleri canlandırmak daha çok hoşuma gidiyor. Üstelik kötü karakterleri canlandırmak oyunculuk hünerlerini, maharetlerini daha çok kullanmayı sağlar ve daha eğlencelidir.

Oyunculuk sektörüne atılmak isteyen kişilere ne gibi tavsiyelerde bulunmak istersiniz?

Oyunculuk sektörüne atılacak kişilere söyleyeceğim, öncelikle herkesin bir yeteneği vardır, fakat bu yeteneğinizi doğru kişiye gösterip onun onayını alabilmeniz gereklidir. Bu sayede oyunculuğa daha sağlıklı bilinçli şekilde başlarsınız.

26 Aralık 2013 Perşembe

Otizm nedir? Sorusunun İlk Akla Gelen Cevabı “TAKINTILAR”

Esra KAPLAN
İzlediğim bir filmden çok etkiledim, adı “My name is khan”.
Otistik bir adam ve belli bir takıntısı var,  “sarı”.
Bu renge bakamıyor görünce gözleri kararıyor bayılıyor.
Bu film otizm nedir,  Nasıl ortaya çıkar tedavisi var mıdır? gibi bir çok soru uyandırdı aklımda…
Ve bu konuyla ilgili Şulenur Ergün’e merak ettiğim soruları sordum,  sağ olsun beni kırmayarak cevapladı. Şule, genç  bir öğretmen ve özel bir öğretmen, çünkü hem benim en yakın arkadaşım hem de  OÇEM’de yani Otistik Çocuklar Eğitim Merkezi’ nde çalışıyor. Onun iki özel öğrencisi var ve onları çok seviyor.



Bilmeyenler için ilk sormak istediğim, otizm nedir, belirtileri nelerdir?
Otizm yaşamın ilk üç yılı içinde ortaya çıkan ve yaşam boyu devam eden özürlülük durumudur. Otistiklerde müzik ya da matematik gibi sınırlı alanlarda yetenekli olunabilirken günlük yaşamla ilgili basit becerilerde ciddi eksiklikler olur. Birçok belirtisi vardır. Kalıplaşmış davranışlar. Örneğin, sallanma veya el çırpma. Ekolali dediğimiz daha önceden duydukları belli bir cümleyi sürekli tekrar etme her şeyin aynı olmasını istemek, rutin yaşama bağlılık, değişikliklere aşırı tepki vermek, uygunsuz ve sebepsiz gülmek ve ağlamak, tehlikeye karşı duyarsızlık, göz temasının çok az ya da hiç olmaması gibi birçok belirtisi vardır. Unutmayalım ki otizmde dışlamamak, farkında olmak gerekir ve eğitim çok önemlidir.

Otizmin tedavisi mümkün müdür?
Otizm tedavisi için herhangi bir ilaç ya da tedavi biçimi yoktur. Kullanılan ve önerilen tedavi yöntemleri ya da ilaç tedavisi ancak onun dikkatini yoğunlaştırma, iletişim kurmasına yardımcı olma ve iletişim kurmayı öğrenmesini destekler niteliktedir. Rehabilitasyon merkezlerinde yapılan işlemler de bunlardan ibarettir. Amaç tam anlamıyla bu merkezlerde onları topluma kazandırmak ve onların da bizler gibi normal bir birey olduğunu hissettirmektir.

Otizm normal yaşamı zorlaştırıyor mu? 
Zaman zaman yaşamı zorlaştırdığı söylenebilir. Otizmde özellikle sosyal etkileşim yetileri şiddetli bozukluk gösterir. Sosyal uyum becerileri oldukça geç gelişir. Konuşamama en önemli uyum bozukluğudur. Öfke nöbetlerinin olması da yaşamı etkileyen bir durum. Otizmde çok fazla görülen takıntılar yaşamı oldukça zorlaştırır.  


Öğrencilerinizin otistik olduğuna dair belirtiler neler ?
Öğrencilerimin ikisi de konuşamıyorlar. İkisinin de farklı şeylere takıntıları var. El çırpma ve yerinde sallanma davranışları var. Erkek öğrencimin sese karşı epeyce hassasiyeti var. Yüksek sesle konuşmak, yüksek sesle müzik ve ya çizgi film açmak onu rahatsız ediyor ve kulaklarını tıkıyor. Bu durumlar bazen öfke nöbetlerine neden olabiliyor. Kız öğrencimde sözlü uyarılara tepkisizlik var. Mesela; seslendiğimde duymuyormuş gibi davranması… Zıplayarak yürüme, bazen de parmak ucunda yürüme davranışları var. Yemek yeme bozuklukları var. Yenilmeyecek şeyleri yiyebiliyorlar. Anlamsız gülme ve ağlama davranışları var.
Takıntılardan bahsettik sizin öğrencilerinizin takıntıları neler?
Erkek öğrencimin ip sallama takıntısı var. İp olmadığında montundan ip koparıyor, bulduğu kağıt, karton gibi şeyleri kopararak sallıyor. İp, kâğıt bulamadığı zamanlarda da çöp poşetini koparıp sallıyor. Kız öğrencimde düzen takıntısı var, masanın üzerinde duran defter yamuk duruyorsa eğer onu düzeltmeden duramıyor, dolap ve ya çöp kutusu açık olduğunda hemen kapatmak istiyor bundan rahatsızlık duyuyor.

Öğrencileriniz ile nasıl iletişim kuruyorsunuz?
Öğrencilerim konuşamadığı için sözlü iletişim kuramıyorum. Öğrencilerim konuşamamalarına rağmen anlayabiliyorlar. Bir şey istediklerinde istediği şeyi gösteriyorlar. Örneğin; çantasında olan suyu gidip alıyor, suyu açamadığında bana uzatıyor. Yakınında olmayan bir şey istiyorsa huysuzlanıyor ve istediği şeyi bana göstermesini sağlıyorum.

OÇEM’in diğer özel eğitim okullarından farkı nedir?
Bu okulda eğitim bireysel ilgi gerektiriyor. Öğretmenler birer birer öğrenciyle ilgileniyor zaten sınıflar 2 veya 4 kişilik. Tek öğretmen tek öğrenci olan sınıflar da var.

Günlük hayatlarını düzene sokabilmek adına neler yapıyorsunuz?
Konuşmaları için konuşma organlarına çeşitli egzersizler yapıyoruz. Bunlar;  dil esnekliğini geliştirici çalışmalar, çene esnekliğini geliştirici çalışmalar, emme çalışmaları gibi. Ve ağız içi masaj yapıyoruz. Takıntılarını azaltmaya çalışıyoruz. Tam geçmesi sağlanamasa bile o durumdan rahatsızlık duymasını azalmaya çalışıyoruz. Öz bakım becerilerini geliştirmeye çalışıyoruz. Saç tarama diş fırçalama çalışmaları yapıyoruz. Bağımsız yemek yemelerini sağlıyoruz. Yemek öncesi ve sonrası elini yıkaması gibi davranışların üzerinde duruyoruz.
Hangi dersleri alıyorlar?
Günde 6 saat, bunlar haftalık ders programına göre  işleniyor. Matematik,  din kültürü ve ahlak bilgisi,  beden eğitimi, beslenme eğitimi(haftanın her günü 1 saat) , görsel sanatlar, hayat bilgisi, müzik, okuma yazma,  dil ve konuşma gelişimi, toplumsal uyum becerileri, metin okuma yazma çalışmaları derslerini alıyorlar.

Çocukların derslerdeki dikkatleri nasıl? 
Dikkat süreleri çok az. Çok çabuk sıkılıyorlar ve yapmak istemiyorlar. Bu durumlarda pekiştireçler kullanarak onların dikkatini çekmeye çalışıyorum. Mesela çikolatayı küçük parçalara ayırıp her yaptığı şeyde bir tane vermek gibi… 

Dersler nasıl geçiyor? Okuma –yazma biliyorlar mı?
Kız öğrencim okuma yazma biliyor, 6 yaşında kendi kendine öğrenmiş. Konuşamadığı için okuma çalışması yapamıyoruz ama yazma çalışmaları yapıyoruz. Yalnızca yazması için uyarıcı bekliyor. “Haydi şunu yaz bakalım” dediğimde hiçbir şekilde yazmıyor, bekliyor. Elinin üzerine elimi koyduğum zaman yazmaya başlıyor. Bu derste yazmasını geliştirme, yazım kurallarına uyma çalışmaları yapıyoruz. Ve uyaran almadan yazmadığı için bunun üzerinde çalışmalar yaparak bunu geçirmeyi amaçlıyoruz. Önce elini, sonra bileğini, sonra dirseğini, sonra omzundan tek bir dokunuşla yazmasını sağlayarak bu davranışı aşmasını sağlamaya çalışacağız. Erkek öğrencim ise okuma yazma bilmiyor. Onunla çizgi çalışmaları, kesik çizgileri birleştirerek şekil oluşturma çalışmaları yapıyoruz.
Kız öğrencim toplama çıkarma işlemlerini de yapabiliyor. Bunları da bir uyarıcı aldığında yapıyor.
Erkek öğrencimle kavram çalışmaları yapıyorum. Büyük-küçük, az-çok gibi…

Okulda başka ne gibi etkinlikler yapıyorsunuz?
Spor salonuna gidiyoruz. Yürüyüş bandı zıp zıp gibi aletlerde çocukların hem eğlenmesi hem de spor yapmasını sağlıyoruz. Çocuklarla çeşitli faaliyetler yapıyoruz. Makas tutmalarını basit etkinlikleri bağımsız yapmalarını, daha zor olanları yardımla yapmalarını sağlıyoruz. Boyama çalışmaları, kâğıt katlama, kâğıt yuvarlama gibi etkinlikler yapıyoruz. Proje yapıyoruz. Çocukların görsel algılarını geliştirmeye çalışıyoruz.

Özel eğitimde ailelerle iletişim çok önemli, sizde ailelerle iletişim içerisinde misiniz?
Evet. Aileler ile aramızda bir iletişim var. Aile eğitim için çok önemli. Normal bir çocuğun gelişiminde de ailelerin katlıları büyük. Özel eğitimde ise aileler de birer öğretmen olmalıdır. Çünkü onlar yardımcı olmazsa okulda verilen eğitimi evde devam ettirmezse bütün çaba boşa gidebilir.

Devlet herhangi bir ücret alıyor mu ailelerden?
Okula her ay belli bir aidat ödüyorlar. Devlet de bu çocukların ailelerine her ay bakım ücreti veriyor. 

25 Aralık 2013 Çarşamba

Aşk Olsun

Güner GÜMÜŞAY


Aşk;
Duygu denizlerinde boğulmak üzere kendini bırakıvermektir, sevgilinin kucağına.

Aşk;
Yaşananlardır, yaşanmışlıklardır ve daha da yaşanacaklardır.

Aşk;
Çok boyutludur, çok renklidir, çok derindir ve de çok gereklidir.

Aşık olmak rahatlatır insanı, gevşetir , yumuşatır, naifleştirir.

Aşıksan olaylara, insanlara  ve hayata ayrı bir gözle bakarsın. Daha anlayışlısındır, daha uzlaşmacı  daha korumacısındır. Kaybetmekten korkar, yalnızlıktan ürkersin.

İki ayrı insanın, iki ayrı yaşamın, iki ayrı tutkunun tek bedende buluşmasıdır aşk. İki kişinin birlikte tek hayatı sürdürmesidir uyum içinde.  Yılmadan, yorulmadan, yüksünmeden, acizlenmeden, kırmadan, dökmeden ve 
incitmeden. Bütün bunları başarma sanatıdır aşk.

Evet aşkı yaşatmak ustalık, tatmak ise mutluluktur.

Ve tarif edemeyiz aslında aşkı ne kadar kelimelere hakim olsak da ağzımız iyi laf yapsa da. O nedenledir ki edebiyat tarihinin ustaları aynı zamanda en büyük aşıklarıdır. Kavuşmuş veya kavuşmamış.

Herkesin kendi aşk tarifi de vardır. Herkesin yaşadığı şekliyle anlatılır olur aşk. Doğru yanlış, iyi kötü, gerçek hayali, karşılıklı ya da karşılıksız.

Aşkta en son durak mutlu olmaktır. Ama bedeli vardır bunun.

Sorumlulukları, yükümlülükleri, yaşatılabilmesi için  gösterilmesi gereken gayreti vardır aşkın .

Zaman ve mekandan soyuttur aşk. Aşkının yanında su gibi akan zaman o yokken havada asılı kalır sanki.

Onunla nerede olduğunun önemi yoktur. Onunlasındır; zaman dursun  istersin ve seyran edersin samanlığı.

“Nerde o eski aşklar ?”diye soranlar ya da “Şimdiki yaşananlar aşk mı?” diyenler aşka haksızlık ederler aslında.

Çünkü özgündür aşk, zamana, kişiye göre değişir bir başka şekillenir her ilişkide.

Nuran YILDIZ gibi “Aşk Yüzyılı Bitti” diye kitaplar yazanlar da oldu günümüzde. Aşkın, sevginin ve insanların birbirlerini nasıl tükettikleri de anlatıldı. İnsanlar artık aşık olmuyorlar  da  aşık olmuşlar gibi davranıyorlarmış.

Ya da Maeve BİNCHY aşk romanları vardır. ”Her Durakta Aşk”, ”Aşk Mutfakta Pişer”, ”Aşıklar Korusu”, ”Aşk Bir Kere” gibi  veya “Aşkın Ömrü Üç Yıldır” diyen BEİGBEDER  aşkı gözümüzde pembeleştirirken ya da bizi aşktan soğuturken sizce aşk bu kadar hafife alınmalı mıdır?

Bence alınmamalıdır. Dünyanın en ciddi eylemi aşktır. Aşk varsa dünya vardır, aşk varsa yaşam vardır.

Aşk yoksa?

O zaman “Aşk olsun” hepimize.

24 Aralık 2013 Salı

Gri Rengin Yazarı

Arif BAŞTEMUR

İbrahim Yılmaz, genç bir yazar. Daha üniversitede okuyor ve yazdığı hikayeleri bloğunda paylaşıyor. Takipçileri epeyce fazla.
Gür siyah saçlarının, psikolojik başkaldırısının dışavurumu olduğunu ifade ediyor. Sakal uzatmayı seviyor ve ona göre, “Sakal yakışıyorsa bir erkeğin velinimetidir.''
Röportaj sınıf ortamında geçiyor. Arka sıra ve boş bir sınıf. Işığı arkasına aldı ve anlatıyor; kendini, yazılarını her şeyi...
Ve çektiğimiz fotoğrafların monokrom olmasını istiyor. İç dünyası karanlıkmış. Genel söyleyişle havadan sudan bahsettikten sonra...



Yazmaya nasıl başladınız?
Tam olarak söyle ya da böyle diyemiyorum, fakat birkaç yıl öncesine kadar günlük yaşantım olsun, hayal dünyam olsun gördüklerimi ve düşündüklerimi hep yazmak istedim. Bir gün, sanırım üç yıl önceydi yaz tatilinde köydeydim ve bilirsiniz işte köy evinde televizyon olmaz, can sıkıntısı, yazayım dedim. Açıkçası yazmak için kalemi elime alamıyordum, bir anda oluverdi. Köye daha çok gitmeliyim. Köy hayatı betimleme yapabilmeme güç katıyor daha da önemlisi o ortamda yazdığım her şey beni hırslandırıyor.

Betimleme yapmak size neyi ifade ediyor?
Yazdığım bir deneme, öykü veya herhangi bir şeyde betimleme yapmak benim için tabiri caiz ise dünyamı kusmak demek çünkü düşüncelerim ve hayallerim hep ayrıntıya çekiyor beni ve bundan kaçamayıp dediğim gibi kusuyorum kağıda mürekkep renginde.
(Konuşurken sanki bir şeylere dikkat çekmek istiyor genç yazarımız ve gözleri parlıyor. Arada bir gülümserken bir yandan da sakin devam ediyor heyecanlı konuşmasına.)

Yazılarınızda gözüme çarpan bir şey var. Nedir bu gri tonun önemi ?
Monokrom fotoğraf istememle aynı şey. Okuruma ya da okuyacak olanlara diyeyim; iç dünyamı yansıtan tek renk gri. Siyah kadar kötü beyaz kadar iyi değil. Hep bir dalgalanma içerisinde gidip geliyor dünyam, sarsıntılı. Bu yüzden gri hikayemdeki evin duvarları, başka karakterin arabasının rengi... Hep böyledir kalemim.

Pekala, bugüne kadar yazdığınız yazılarınız hakkında okuyucularınız nasıl tepkiler verdi ve bu grilik onların duygularında değişiklik yarattı mı? En azından bunu söyleyen okurunuz oldu mu?
Yazılarımı ilk paylaştığım gün çok güzel ve olumlu tepkiler aldım, zaten bu durum düzenli olarak yazılarımı paylaşma cesaretini verdi ve hâlâ da olumlu tepkiler alıyorum. İlk zamanlar yazılarımı düzeltmeden önce yakın arkadaşlarımla paylaşırdım ve gri rengi sorarlardı. Karakterler neden gri bir yaşam sürüyor diye sorarlardı. Etkilenen arkadaşlarım oldu. Sadece arkadaşlarım da değil, okurlarımdan bu konu hakkında güzel şeyler duyuyorum etkilendiklerini söylemeleri açıkçası içimdekileri iyi bir şekilde kustuğumu gösteriyor bu da beni mutlu ediyor.

Umarım daha da başarılı olursunuz. Pekala, ilerleyen zamanlarda hedefleriniz nedir yazarlık anlamında?
Teşekkür ederim umarım siz de başarılı olursunuz. Hedef koymuyorum yazarlık anlamında, şöyle söyleyeyim, içimdekileri kağıda dökmeye devam edeceğim, yolu yazdıklarım çizecek. Ancak yakında hikayelerimden oluşan bir kitap çıkarmamı isteyen okurlarım var ve yakın arkadaşlarım özellikle ısrar ediyorlar. Kısaca zaman gösterecek diyeyim.

Röportaj da bitti ve derin bir nefes aldı İbrahim Yılmaz. Bir şeyleri anlatmanın rahatlığını yaşıyordu, belliydi...

23 Aralık 2013 Pazartesi

Aşk Tutulması


Aseen MOHAMMED

Aşk sözcüğünü duyduğunuzda içinizde bir kıpırtı oluyorsa durdurmayın yüreğinizi, bırakın o heyecanı o mutluluğu yaşasın! Çünkü kısacık hayatta belki de dünyanın en hoş duygusu olan aşkı yaşatmadıysanız kalbinize hayatınızın bir yanı eksik kalabilir. Gelelim bu duygunun güzelliğinden bahsetmeye. Kocaman bir aşka tutuldu yüreğim. Elimi tuttuğu o an hissettiğim duygular ve yanıma geldiğinde o ilk günkü heyecanım hâlâ bedenimi sarıyor. Etrafımdaki insanların aşka tutulduklarında bana anlamsız gelen bu duygunun neden onları bu kadar üzdüğünü ya da tutuldukları bu aşkın onları nasıl bu kadar mutlu ettiğini ancak bu aşka tutularak öğrendim.


Aşk dediğimde o an dünya duruyor adeta benim için, çünkü aşkı cümlelere, satırlara sığdıramıyorum . Öyle bir sevda var ki benim küçücük yüreğimde dillere destan olurcasına. Onun yüreği benim küçücük kalbimi alıp sarmaladı. Pek çok şey engel olmak istese de benim aşkıma, yılmadan savaştık birlikte, çünkü bizim aşkımız ne bir engel tanır ne de imkansızlık. Çünkü ben aşkıma, yüreğime hiçbir zaman imkansızlıktan bahsetmedim, benim dünyamda imkansız diye bir şey hiçbir zaman olmadı. Şimdi bana “Aşk nedir?” diye sorsalar gece gündüz durmadan anlatırım, benim aşkımın ne kadar büyük olduğu ne denli bir sevdaya düştüğümü. Bu hoş duyguyu, yüreğimden gelen sözcükleri kendimce anlatmama sebep olan güzel sözcükler kalbimden kağıda döküldü…

12 Aralık 2013 Perşembe

Sokak özgürleştirir demiş miydik?

Ezgi Çisil KABAN
           
Gri Ankara'nın sıkkın ve mutsuz sakinlerine güzel haberlerimiz var. Ankara'da yaşamanın zorluklarını biliriz. Zaman zaman “Ankara insanı” diye küçümsenen, asık suratlı olmamızdan dem vurulan biz neden böyleyiz hakikaten? Şehrimizin dört bir yanı soğuk devlet binalarıyla kaplı olduğundan mı, memur çoğunluklu halkımızın ev-iş dışında başka yerde olmayı sevmemesinden mi, yoksa sürekli bir yerlere yetişme telaşıyla etrafa bakmamamızdan mı? İrice bir kasabadır aslında burası, bakımı iyi yapılmış bir kasaba. Sokakları denize çıkmaz, caddelerde turist göremezsiniz. Dışarı çıktığımızda çoğunlukla yapacak bir şey bulamamaktan dostlarımızla kendimizi çaya, sigaraya veririz, zaten işimiz yoksa dışarı çıkmayız bile. Ayda yılda bir konsere, tiyatroya gider en sosyal olanımız.
İşte bu devlet yapıları ve fıskiyeli havuzlarla dolu Ankara'da bazen güzel şeyler de oluyor. Halkevleri'nin katkısıyla 14 Aralık 2013'te ikincisi düzenlenecek olan “Sokak Özgürleştirir” sergisi her gün yürüdüğümüz sokakları renklendirmek, bizi biraz olsun gülümsetmek için yine geliyor. 37 sanatçı ve 3 topluluğun katılacağı sergide eserler, Ankara'nın sokak, işyeri ve binalarını süsleyecek. Bu sefer adını “Sokak Özgürleştirir Demiştik!” olarak değiştirmişler, bence başarılı olmuş. Sokak sergisi katılımcılarından, benim de arkadaşım olan Erin İlkcan Aslan ile düzenlenecek sergi hakkında konuştuk.
Erin, Hacettepe Üniversitesi Resim Bölümü öğrencisi. 23 yaşında olmasına rağmen yaşının kat kat fazlası kadar üretmiş genç bir sanatçı. Serginin de gerçekleşeceği Konur Sokak'ta çaylarımızı içerken, Erin'le sergi üzerine sohbet ettik.



Ankara'da gerçekleşen pek çok sergiden biri olan “Sokak Özgürleştirir Demiştik” sergisini diğerlerinden ayıran ne olacak?
Sokak Özgürleştirir Demiştik'i farklı kılanın, sanatı galeriler-koleksiyonerler-küratörler üçgeninden çıkarıp, her kesimden insanın, isteyerek ya da istemeyerek içinde bulunduğu bir platformda sunmasını söyleyebilirim.

Peki bu sergi kimlerden oluşur? Mesela ben “sanatçı” sıfatı taşımasam da fikrimi uygulayıp, insanlara gösterebilir miyim sergi aracılığıyla?
Aslında söyleyecek herhangi bir şeyi olan ve bunu, söyleyeceği kişileri ayırt etmeksizin söylemek isteyen herkesin işlerinden oluşabilir bu sergi. Sokağın canlı olduğunu bilen ve onun hayatta kalması için kendisinin de orda olduğundan haberi olan herhangi biri bu sergiye katılabilir. Katılmaya karar verdiğinde haber vermesi yeterli.

İlk sergiden gözlemlediğin kadarıyla böyle afili işlere uzak olan Ankaralıların tepkisi nasıl sokak sergisine?
Uzunca bir aradan sonra umut edebilmenin şaşkınlığı diyebilirim. Ankara insanının sürekli olarak bir beklenti ve acele içinde olduğunu gözlemliyordum sokağa her çıktığımda. Sanırım bu, şehrin ruhunun insanların üzerine çökmesinden kaynaklıydı. Fakat bu negatif gibi görülen durum, pozitif geri dönüşleri daha kolay görmeyi sağlıyor. Tepkiler, özlemle beklediğiniz bir şeyi -ki ne olduğunu bilmeden beklemeye alıştığınız bir şey bu- birden karşınızda gördüğünüzde hissettiğiniz, şaşkınlık ve sevinç gibi olabiliyor. Yetişmesi gereken yere hızlı adımlarla yürüyen birinin göz ucuyla baktıktan sonra yüzünde yakaladığınız minik ve anlık bir gülümsemeye dönüşebiliyor. Genel olarak insanların özlemle beklediği umut edebilme ve akışın dışına çıkma hissini okuyorsunuz yüzlerinden. Her gün kaldırımlarından hızlı adımlarla geçtiğiniz bir sokağın birden bire rengarenk olduğunu düşünsenize...

Peki sen nasıl bir çalışmayla renklendirmeyi planlıyorsun sokağımızı?
“Kuşveren Ağacı” ile katılacağım. Onu tanıtabilmek daha doğrusu yeniden hatırlatabilmek için uğraşacağım. Kuşveren ağacının ne olduğunu merak edersen eğer; Kuşveren ağacı, her mevsim meyve verebilen bir ağaç. Bir ağaç düşün ve ağacın üzerinde rengarenk kuşların olduğunu hayal et. Uzun zaman önce hepimizin o ağacın kendisi olduğumuzu ve kuşların çoğunu, yerine yerleşmek isteyen gölgeler için göç ettirmek zorunda kalışımızı hatırla. “Neden sokak?” şimdi biraz daha mantıklı olmaya başlıyor öyle değil mi?  

Son olarak, seni bu serginin dışında tutsam ve sergide “Gidin mutlaka bunu görün” dediğin bir işi sorsam? Bir nevi ipucu istiyorum yani.
Bir dostumun, aynı zamanda ustam olan bir dostumun, sizi kanatlarınızla buluşturacağını ve sokağın kocaman kanatlarını göreceğinizi söyleyebilirim. Boynunuzun biraz ağrıyabilir ama buna kesinlikle değecektir. Ama esas benim de merak ettiğim iş, Kabahatler Atölyesi'nin şu an Konur Sokak'ın bir ucunda yüzdürdükleri yelkenlinin yerini neye bırakacağı.

9 Aralık 2013 Pazartesi

Bekir Coşkun: “Habercilikte duyguların olmayacak”

Tuğçe ARSLAN

Cumhuriyet gazetesi köşe yazarı Bekir Coşkun ile 39 yıllık meslek hayatı boyunca yaşadıklarını, edindiği tecrübelerini sizin için öğrendik.
                                                     
Bekir Bey, gazeteci olmaya nasıl karar verdiniz?
Aslında, ben karar vermedim. Bu bir kader, yazgıdır biraz. Ama benim için biyolojik bir sorun. Ben biraz peltek olduğum için konuşmayı çok sevmiyorum. İnsanlarla iletişim şekilleri vardır. Birincisi, konuşmak. İkincisi, yazmak. Üçüncüsü, işaretle konuşmak. Dördüncüsü de araç-alet-edevatla, şekille anlaşmak. Ben birincisini yapamadığım için ikincisini yapıyorum. Bu, bende yazıyla ifade etme yeteneğini geliştirdi. Demek ki iyi olmuş peltek olmam.

İş hayatınıza foto muhabiri olarak başladınız. Sizi gazete muhabirliğine iten ne oldu?
Foto muhabiri olarak başladım, ama çektiğim fotoğraflar hiçbir zaman yayınlanmadı. Ben fotoğraf makinesini ilk defa elime alıyordum.  Foto muhabiri arıyorlardı, ben de foto muhabiriyim diye girdim. Ama çektiğim hiçbir fotoğraf gazetede çıkmayınca beni kovdular. O zamanlar, foto muhabirleri çektikleri fotoğrafa fotoğraf altı yazısını yazardı. Ben de fotoğraf daha karanlık odadayken yazıyı yazıp, yazı işleri müdürü Ahmet Nadir'e veriyordum. Yazılar hep geldi ama fotoğraflar hiç geri gelmedi. Fakat o, yazıları okurken benim iyi bir yazar olacağıma karar vermiş. Beni kovduktan birkaç saat sonra Ahmet Nadir beni geri çağırdı. Gel, polis muhabirliği yap, dedi ve böylece polis muhabirliğine geçtim.

Konuşma açısından zorlandığınızı söylediniz. Muhabirlikte zorlanmadınız mı?
Bütün bunlar konuşma gerektirmiyor, iyi dinlemek ve iyi yazmak gerektiriyor. Şimdiki parlamento muhabirleri çok konuşuyor ama önceden böyle değildi. Televizyon da yoktu ve konuşmak hiç gerekmiyordu. Zaten toplum da yazarın nasıl olduğunu bilmezdi. Televizyonlar olmayınca göremiyorduk.

Muhabirlik günlerini özlediğiniz oluyor mu?
Habercilikte duyguların olmayacak. Biraz duygusuz olmak gerekiyor.  Bunun tartışması hala devam eder, önce gazeteci miyiz, önce insan mıyız diye. Duygularınla yapman gereken arasında ezilip kalırsın. Ben o noktada çok bocaladım. Çünkü duygularım hep öne geçti. Diyelim ki bir adam başka birini öldürmüş. Katil adamın fotoğrafını çekiyorum ben. Tam kapıdan çıkarken o adamın çocukları ağlaşıyor. İşte o zaman ben, o adam için "eli kanlı katil" yerine "kader kurbanı" falan diyorum, yazı işleri müdürü kızıyordu. "Neyin kader kurbanı, adam katil" diye. Başka bir örnekle diyelim, politikacıyla görüşüyorsun. O sana diyor ki "Ben senin samimiyetine güveniyorum, anlatıyorum, bunlar aramızda kalsın." Çok önemli bir haber olabilir ama öyle söylediği zaman ben yazamıyordum. Normalde bir gazetecinin o haberi yazması lazım, saklamaması lazım.  Benim yazar olmama aslında böyle bir haber neden oldu.  Eski başbakan bana bir olay anlattı ve bana “bunları yazma” dedi. Ben de yazmadım, ertesi gün başka bir gazeteci yazdı ve ben zor durumda kaldım. Halbuki ben de oradaydım.

Sosyal medya günümüzde gazetelerin önüne geçmiş durumda. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Elimden geldiği kadar ben de sosyal medya kullanıyorum. Medyaya daha önce "Kötü yapıyorsunuz, yanlış yapıyorsunuz" demiştim. Eğer böyle yapılmaya devam edilirse, bu toplum kendi medyasını yaratır. Artık sosyal medya var. Artık gazeteler, televizyonlar olsa da olur, olmasa da olur. Nitekim biz de kendi aramızda böyle yapıyoruz.  Benim Facebook'ta 200 bin, Twitter'da 180 bin takipçim var.  Paylaşımlarla, retweet'lerle günde 300 bin insana ulaşıyor. Çalıştığım gazetenin tirajı 50 bin.

Günümüz gazetecilerini nasıl görüyorsunuz?
Günümüz gazetecilerini şanssız buluyorum. Gençler çok talihsiz. Öyle bir dönemde gazetecilik yapıyorlar ki; patronları, abileri, editörleri ve örnek alacakları kişiler iktidara yapışmış, kaypak ve dönek davranışlar içerisinde. Bu kişileri örnek alması hüzün verici bence. Onun için şanssız buluyorum. Dilerim bu durum böyle gitmez. Genç kuşakların bunun farkına varmaları lazım, tepki göstermeleri lazım. Tepki gösterdikleri zaman kovulacak, onu da söyleyeyim. Kovulmak gazeteci için hiçbir zaman kötü bir şey değildir. Bir madalya gibi boynunda taşır. 


“İyi bir gazetecinin korkmaması lazım”
Sizce iyi bir gazetecinin nasıl olması gerekir?
Gazetecinin nasıl olması gerektiği her devire göre değişir. Mesela bir zamanlar gazetecilerin daha kültürlü, donanımlı olmaları lazımdı. Bir devirde gazetecilerin özgür olmaları lazımdı. Cumhuriyetin ilk yıllarında saltanata, dergahlara, tarikatlara karşı olmaları lazımdı. Ama günümüzde gazeteciliğin birinci unsuru korkmamasıdır. Çünkü en donanımlı, en kültürlü, en yetenekli gazeteciler korkularından yok olup gidiyor. Bu nedenle ilk sırada korkmamaları yer alıyor.

Başarı sizin için neyi ifade ediyor?
Başarıyı bir anahtara benzetiyorum. Dört kertiği vardır. Birincisi, iyi bir donanım. Bunun için çok kitap okumak lazım, gazete okumak lazım, izlemek lazım, internet kullanmak ve dünyada olup bitenleri takip etmek lazım. İkincisi, iyi bir çevre. Kapitalizmde bu gerçekten çok önemli. İlla bir yol gösterici, abi, iyi bir lobiye sahip olmak lazım. Editörlerle, yazarlarla iyi dostluklar kurmak lazım. Futbolla benzetirsek, iyi bir donanım var ama birisinin topu koyup gel vur demesi lazım. Yetenek de varsa gol olur. Üçüncüsü, ev ödevi. Ben kendimden örnek vereyim, hala gece 4'e kadar oturup çalışırım. Dördüncüsü, sevda. Yüreğinizde sevda yoksa, yapmayın o işi. Bu sadece gazetecilikte değil, ne iş olursa olsun geçerli. Mesela köpeğim Pako benim için bir sevdaydı. Kemanım sevdadır, çalarken sevdayla çalarım. Marangozluğum var, ahşap sevdamdır. Kaptanlığım var, denizcilik sevdamdır. Ben Urfa'da doğdum. Urfa'da deniz yok, kaptan olur mu dersin ama sevda olunca her şey mümkün. Yazı yazmak da böyle. Yazma sevdanız varsa o yazı iyi yazıdır.  
          
“Geleceğinize sahip çıkın”                                     
Tarihimizde başarılı birçok gazeteciye suikast düzenlendi. Sizin de başınızdan geçmiş bu tip olaylar var mı?
Sık sık oldu. Eskiden gazetecileri öldürüyorlardı. Fakat şimdi öldürmüyorlar. Onların kimlikleri, şerefleri, aileleri, namuslarıyla oynayıp onları ayakta ölü haline getiriyorlar. Kurşunla öldürmekten daha beter bir şey bu. Şimdi evleri dinleniyor, telefonları dinleniyor. Kurşunla öldürmektense başka yöntemler deniyorlar. Bu daha acımasız, daha vicdansız. Evime de fiziki saldırılar oldu. Evim bombalandı, oğlum ölümden döndü. 12 Eylül'den sonra zaman zaman çalıştığım gazeteye saldırılar oldu. Evime kurşun sıkıldı. Ama bütün bunlar önemli değildir. Ben bir tek şeye bakarım, insanların onuru, şerefi, namusuyla oynanmaması gerektiğini düşünürüm.  Bizi öldüren bu en son söylediğimdir, öbürleri değil. Uğur Mumcu'yu kimse öldürebilir mi?  Hala yaşıyor. Mumun ışığı ampulün ışığından daha aydınlık değil mi? O zaman böyle öldürülmüyormuş, dediler ve bu şekilde öldürmeye başladılar. Bu yüzden çok tedirginiz hepimiz. Sığınacak güvenilir dostlarla çalışabiliyoruz. Herkese anlatamıyoruz sorunlarımızı. Ailelerimizle evimizde huzur kalmadı . Acı ve zor günler yaşadık, gelecek hakkında kaygılıyım. Bu şiddetin dozu giderek artacak. Toplum bize sahip çıkmadığı için bir yerde kurban bir kuşağız ve bunun faturasını ödeyeceğiz. Sizler belki bunu düzeltebilirsiniz. Arkama dönüp baktığımda en mutlu olmam gereken zamanlarda bu berbat günleri görüyorum. Gece kalkıp ağladığımı, sancılarımın tuttuğunu, oğluma kızıma sürekli "Aman dikkat edin" dediğimi, arabama binerken eşim Andre’ye "Aman sen uzak dur, ben bineyim patlayacaksa sen sonra gel" dediğimi, bütün bunları hatırlıyorum. Okuyucusuna bütün meslek hayatı boyunca hiç yalan söylememiş, 25 senedir yönünü saptırmamış, hiçbir siyasi partinin adamı olmamış, kendi görüşümde olan partilerin hükümetinde onlara da en sert eleştirileri yapmış biri olarak bütün bunları hak etmediğimi düşünüyorum. Ama yine de bunun faturasını ödedim. Dilerim siz ödemezsiniz.

Bizim gibi genç gazetecilerin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Siz, kendi geleceğinize el koymak zorundasınız. Biz koymadık, korkak ve çekimser davrandık. Sesimizi kestik. Bugün işte medya bitti. Siz de eğer bizim gibi davranırsanız siz de faturasını ödeyeceksiniz. Benim en içinden çıkamadığım olay, en sevdiğim insan hakkında aleyhine yazı yazmak. Ama yazmam gerektiğini bildiğim zaman, onu yapabildim zar zor da olsa. Ama cılız bir sesledir. Düğün salonunda bir çocuğun kendi kendine ağlaması gibidir. Etkili değildir yani. O yüzden siz bir araya gelmek zorundasınız. Birbirinize sahip çıkın, elinizi bırakmayın. Birlikte tavır koyun. Ve uyanın.

6 Aralık 2013 Cuma

Siz Hiç Vurgun Yediniz mi?

Güner GÜMÜŞAY - KEKOVA  
                                                                 
Antik çağın yaşandığı coğrafya buraları. Tepelerdeki kral mezarları taşlara oyulmuş.
Aslında çağının derebeyleri  ve ileri gelenlerinin mezarları buralar.
Ve sahile doğru sulara gömülmüş lahitler. Tanrıların gazabına uğramış ve denize batmış Dolkisthe kenti. Likyalılar öyle diyormuş. Buralarda batık şehir diyorlar; Kekova adasının sahilinde çoğu sulara gömülmüş bu şehre.

Zaman durmuş burada kral mezarları, tapınaklar ve sulara gömülmüş mekanlar evler, öylece donmuş kalmış hala o anı yaşar gibi.
Günümüzle hiç ilgisi yokmuş kendi zamanında yaşarmış gibi; umarsızca ve tüm heybetiyle karşılar sizi antik çağa ait bu kalıntılar.
Sahilde Kale Üçağız köyü onun üstünde Trimusa ve Kapaklı. El değmemiştir buralara; daha doğrusu el değdirilmemiştir.
Keçiler, seralar, yörükler ve deniz. Dingin duru beyaz çakıllı sahilde sıralanmış pansiyonlar ve bağlanmış motorlar.

Akdenizin en batısıdır buraları, Akdenizin suları henüz serin Ege sularıyla halvet olmamıştır.
Ve yağız Türkmenlerin diyarıdır buralar. İtalyanlara kaptırılmamıştır Kekova Adası . İtalyanlardan kurtarılmıştır ama devletten kurtarılamamıştır Kekova. Sit alanıdır  ve izne tabidir akvaryumunda dalmak. Olsun yine de kim der ki; Antik Likya uygarlığının beşiğidir buralar. Değildir buram buram anadolu buram buram Türkmen kokar .

Ve insanımız; Akdeniz güneşinin derisini kavrukladığı, poyrazının saçlarını ağarttığı ve tuzlu suyunun, kerpiç kerpiç ellerini çatlattığı. Zamanın yüzüne nakşettiği kırışıklıkların, her biri bir acı ve başka bir elemin işareti.

Avurtları çökük, elmacık kemikleri çıkık, gözleri keskin, ayakları çıplak ve çok az duyan kulaklarıyla balıkçı Hasan. Motorunun dümeninde ufku tararken; kanatlanıp uçuverecekmiş  gibi  denizin üzerine.


"Pek duymeyon gari"
Niçin?
Süngere daldıydım. Vurgun yemişim, gerisini hatırlamam, çekmişler yukarı. Ağzımdan, burnumda naha şu kulaklarımdan ganlar geliverdiydi de Rabbime  şükrediyon gene de bununla kurtardık.
Dalar mısın yine?
Yaa … bek evvelleri  dalıverirdim, vurgundan sonra dalmadım. Zati zor gurttardık canımızı hastanelerde yattım. Gulakları verdik süngere gideyazmışız öbür tarafa ama rabbim işte gurtuluverdim.
Ne zamandır ekmeğini denizden çıkartırsın?
-Gendimi bildin bileli uğraşıp duruverin işte. Önce gençlikte süngere dalıverirdim vurgun yiyesiye. Yaşlandık şimdi sabah erken balığa varırım sonra da olursa motorla adam gezdiririm. Batık kente götürürüm. Akvaryuma varırım dalış yapcekleri bırakır, beklerim denizde onları.
Çocuklar var mı ne yapar onlar?
Demincik yanımızdan geçen” Yörük Efe” teknesi benim büyük oğlanın. Demre ‘den Kaş’a turist gezdirip duru.
Gızlar gocada zati.Güccük oğlan eskerden yeni geldi.E verecez bahara.
Yanında mı oturur oğlanlar?
Nerde? Bizim buralara ata topraklarına çivi mi çaktırır devlet? Evimiz var atadan galma göçüp gider, seyrederiz. Tamiratı bilem mümkün değil; bir sürü evrak izin ister devlet. Eeee bizim buralarda evi olmayana varmaz gızlar. Bizde mecbur Demre’den bir ev alcez oğlana. Gara gara düşünüp durun.
Sahilde restore edilmiş bazı evler var?
E gayri cemaatci, tarikatci oluverdin miydi her şey tamamdır. Sen İngiliz oluve, Alman gavuru ol herşey tamam. Garez bizedir; bizi bi govuverseler buralardan hepiciği raat etcek herhal. Amma rüyalarında görür hepiciği.
Hasan Abi öyle dersin de bak kaya mezarının üstüne adam ne güzel konduruvermiş malikaneyi.
Haa orada Rahmi Koç oturur. Galcağında yatıyla gelir demir atar, motorla sahile çıkartırlar.Yanında hep ecnebi misafirleri olur. Ecnebileri, kımetli misafirlerini burada ağırlar.


"Yasak garibe, sorgu sual garibe"
Oralar da SİT alanı, koruma alanı değil mi?
Onlara sorgu sual yasak olur mu hiç? Yasak garibe, sorgu sual garibe. Ben bırak böyle sarayı, evin arkasına sera yapem dedim jandarma tutanak tuttu. Yapamadım. Göya sera deyip naylonla örtüp altında “kazı” yapıyormuşuz.
Evi onlar yapiveri, tariihi eserleri onlar toplar. En büyük asar definecisi (kaya mezarı) bunlar emme devlet benim başımı bekler. Hem onlara goca goca üniversite hocaları yardım ediverirmiş. Şunlar şunlar vardır buralarda diye bir bir tarif ederlermiş.
Nasıl hocalar?
Defineciler, kazıcılar.
Hocanın definecisi kazıcısı mı olur? Arkeolog demek istedin herhalde.
Hah ondan işte gayri.


“Bu topraklar üstümüze geliyo gayri”
Olabilir ülkemizin en büyük koleksiyonerlerindendir Koç’lar
Ben bilmem. Onlar herşeyin yerini bilip doplarlar. Emme bana ev yasak sera yasak, keçiler ormana yasak. Ev alırız yabanlardan, davarlarımızı satarız elden çıkartırız. Galdı elimizde bir deniz… Geçim zor.
Nasıl düzelir bunlar?
Nasılı yok, düzelmez şu saatten sonra. Bu topraklarda bizi istemiyolar herhal. Kimse buraların yüzüne bakmazdı sünger çıkarttığımız zamanlar. Değeri gıymeti harbisi yoktu. Yerlilerin elinden çıkınca düzelir hepsi. Herkesin derdi biz yerlilerle.
Çok dertlisin Hasan abi
Bak candarma geldiğinde serama dutanak duttuğunda, dedim ki; Güneydoğuda olsam dağa çıksam gaçakcılık yapsam gıymetli olurum. Aha şurada ata topraklarımda ekmeğimim peşindeyim, her şey yasak. O zaman devlet bana ayda 500 lira maaş versin heç bişeycik istemem dedim.
Maaş mı bağlasınlar?
Nerde, gızgınlığımdan zati uzman çavuş da güldü halime. Emir dedi, devlet dedi. Devlete boynumuz gıldan ince emme bıçak gemiğe dayandı. Bu topraklar üstümüze geliyo gayri…
Anadolu toprakları; medeniyetler kurulmuş buralarda refahın zirvesine çıkılmış taa antik çağlarda bile. Ama günümüzde durum vahim. Bizde mi iş yok, bizi yönetenlerde mi ,yoksa top yekun basiretimiz mi bağlandı.
Dünyaya hükmeden bu coğrafyada dünya bize hükmetmeye başladı. İnsanım ne yapsın. Suç bu toprakları işleyemeyenlerde, kendine getiremeyenlerde .
Göz dikilmiş bu topraklar tarihten bu yana hep savunulması gereken korunması gereken güzide yerler olmuştur. Kah bir kadın uğruna, kah vatan mukaddesat uğruna ,kah emperyal amaçlar uğruna çok kanlar dökülmüş vatanımda.
Ama artık savaşlarda post modern oldu. Galiba topraklarımızın gerçek sahipleri savaşmadan kan akıtmadan kaybetmekte ata yadigarlarını.

5 Aralık 2013 Perşembe

Gamze Şener: "Üniversite sınav çıkışında ağlayan kızlar beni çok etkiledi"

Zafer DENİZ

Sadece okuldaki eğitimle üniversiteyi kazanmak oldukça zordur. Bu durumun farkına varanlar, üniversite hazırlıklarına erkenden başlarlar. Gamze Şener de bunlardan biri. Gamze, 16 yaşında ve iki sene önce Aydınlıkevler Anadolu Lisesi'ni kazanmış. Anlaşılan o ki milli eğitimimizdeki belirsizlik Gamze'yi etkilememiş. Röportaj esnasında dershane birincisi olduğunu belirten Şener, röportajımız bittikten sonra okulda da birinci olduğunu söyledi.


Aynı hükümet döneminde eğitimde reform adı altında birçok değişiklikler yapıldı. Eğitimdeki belirsizlik senin çalışmalarını etkiliyor mu?
Her gelen bakan, eğitimde iyi niyetli bir şeyler yapmaya çalışıyor; ama bize kötülük yapıyorlar. Sizin de dediğiniz gibi durmadan değişen eğitim sistemi, benim çalışmalarımı az da olsa etkiliyor.

Sence bu neden kaynaklanıyor?
Eğitimimizde temel yok.

Eğitimde yapılan reformlarla (!) müfredat değişikliği veya size okutulan resmi tarihte ilginizi çeken bir durum var mı?
Müfredatta herhangi bir değişiklik yok. Yine aynı tas aynı hamam. Resmi tarihle ilgili darbe olayları bir cümleyle geçmiş: Asker yönetime müdahale etti. Bizim bunların nedenlerini ve nasıllarını bilmeye hakkımız var.

İnternetten bu bilgilere ulaşmak zor olmasa gerek
Sorun bilgiye ulaşmak değil; sorun bilgi yığınları arasında kaybolmadan doğru bilgiye ulaşmak. Demem o ki internetteki her bilgi doğru değildir. Vikipedia 'ya herkes istediği bir şekilde bilgi yükleyebiliyor. Buradaki bilgiler her zaman doğru çıkmıyor.

Türkiye, 2005 yılı itibariyle yapılandırmacı eğitime geçti. Medyadan takip ettiğim kadarıyla 2010 yılında çok fazla dillendirilmeye başladı. Bizim lise yıllarımızda yapılandırmacı eğitim adı altında bir tane çıktı alıp hocaya veriyorduk olup bitiyordu. Sizde nasıl? Hâlâ böyle mi? Yoksa yapılandırmacı eğitim tam anlamıyla uygulanıyor mu?
Hayır uygulanmıyor.

Yapılandırmacı eğitimin ne olduğunu biliyor musunuz?
Benim yapılandırıcı eğitimden anladığım derslerden öğrendiklerimi günlük hayatımda kullanabilmektir. Devlet büyüklerimiz, bu sistemi yanlış anlamışlar ki yapılandırmacı eğitimin, akıllı tahta veya tablet bilgisayar dağıtmakla olacağını zannediyorlar

Sizin okula akıllı tahta ve tablet bilgisayarlar dağıtıldı mı?
Bizim okula sadece akıllı tahta verildi.

Akıllı tahtaların projeksiyon cihazlarından farkı nedir?
Aynı soruyu bizim hocamız, akıllı tahtaları tanıtan firma yetkilisine sormuştu. Hocamız soruyu sorduktan sonra salonda bir süre sessizlik oldu, yetkililer ancak cevap verebildiler. Cevapları da klavye ve fare derdinin olmadığını söylemişlerdi. Hocamız bunun üzerine milyonlarca liralık yatırım, fare ve klavye derdinden kurtulmak içindi ha! deyip salonu terk etmişti.

Akıllı tahtaları amacı dışında kullandığınız oluyor mu?
Tabi ki. Herkesin cebinde flash bellek var. İsteyen müzik dinliyor, isteyen video izliyor. Tahta yeni geldiğinde bir iki ay hocalarımız tahtayı kullanamadı. En iyi kullanan hoca, ancak açmayı ve kapamayı biliyordu.

Şu anda lise ikinci sınıftasın üniversiteye hazırlanmak için dershaneye gidiyorsun. İşi baştan sıkı tutmanda, üniversiteye giden ağabeyin veya ablaların mı etkili oldu?
Hayır evdekilerin etkisi veya bir baskısı olmadı. Benim üniversiteye erken hazırlanmamda üniversite sınavlarının çıkışında ağlayan kızlar çok etkili oldu diyebilirim. Ben o duruma düşmemek için elimden gelenin fazlasını yapıyorum. Bunları yaparken de sosyal faaliyetlerden de geri kalmıyorum.

Üniversite hayallerine ulaşmak için nasıl çalışıyorsun. Sistemin var mı?
Oturup sabahtan akşama kadar ineklemiyorum. Zaten buna okulun saatleri müsaade etmiyor. Okuldan gelir gelmez direkt yatıyorum; çünkü bizim okul 8 saat, tam gün olduğu için bir yerden sonra kaldıramıyorum.  Bunun üstesinden gelmek için çareyi okuldan gelir gelmez uyumakla buluyorum. Gece kalkıp birkaç saat çalıştıktan sonra tekrar yatıyorum. Hafta içi çalışmalarım bu şekilde oluyor. Az ve öz çalışıyorum. Hafta sonu ise dershaneye gidiyorum. Artık son gidişim olacak herhalde.

Dershanedeki derecen nasıl?
Övünmek gibi olmasın ama Eylül ayından beridir dershane birincisiyim. Öyle aman aman da çalışmıyorum. Sadece Türkçe ve matematikte full'e yakın yaptığım için birinciliği elimden alamıyorlar.

Hangi üniversitesi ve bölümü istiyorsun?
Belli bir üniversite ismi düşünmedim; ama Ege veya İç Anadolu Bölgesi'nden PDR(Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik) bölümünü çok istiyorum.