29 Aralık 2014 Pazartesi

Alagöz: İkaros sığınılacak, sessiz, samimi bir liman



Kaya TİTİZ

Murat Alagöz, Uludağ Üniversitesi İşletme Bölümü mezunu. Alagöz, 2012'den bu yana, Ankara Konur Sokak'ta bulunan İkaros Kafe'yi işletiyor. Alagöz ile kafesi hakkında konuştuk.



Kafe işletmeciliği yapmaya nasıl karar verdiniz?
"Çocukluğumdan bu yana ticaretin içindeyim. Seyyar satıcılıkla işe başladım çocukluğumda. Sonra Uludağ Üniversitesi İşletme Fakültesi'ni bitirdim, özel bir şirkette çalışmaya başladım. 2012 yılında da burayı devraldım. Kafe fikri hep aklımdaydı ama koşullar elvermemişti. Şimdi bu işi yapıyorum. Avantajları dezavantajları var tabii ama ben memnunum."

İkaros ismi nereden geliyor? 
" Biz, kafeyi 2012' den beri işletiyoruz. İkaros, bizden önce verilmiş bir isimdi, özgürlüğü temsil ettiği için değiştirmek istemedik. Ayrıca kafenin bizden önce de daimi müşterileri vardı. İsim değişirse onları kaybedebiliriz diye düşündük."

İkaros'un müşteri kitlesini kimler oluşturuyor?
"Genellikle 15-30 yaş arası kişiler geliyor. En çok lise öğrencileri bizim müşterilerimiz. Bizi gidip ailelerine anlatıyorlar. Bazı aileler gelip gördü kafeyi, teşekkür ettiler. Alkol satışı da yapmıyoruz.  Aileler bundan da hoşnut. " 

İkaros, hangi etkinliklerinden dolayı kültür kafe olarak geçiyor?
"İkaros Kafe, Kızılay'ın kalabalığı içinde sığınılacak, sessiz, samimi bir liman.  Kafede ödüllü satranç turnuvaları, edebiyat söyleşileri, amatör şiir etkinlikleri, tarih, din, kültür, mitoloji üzerine tartışmalar yapıyoruz. Duvardaki yazıları da öğrenciler yazıyor. Bizim de hoşumuza gidiyor. Farklılık oluyor, o yüzden kaldırmıyoruz."

Kafede çalışanlara nasıl karar veriyorsunuz?
"İkaros aile kafesi. Mutfağında eşim çalışıyor, ben garsonluk yapıyorum. Gelen öğrenciler de mutfağa arada yardım ediyorlar.  Çay, kahvelerini kendileri alıyorlar. Bu da onların kendilerini burada evlerinde gibi hissetmelerini sağlıyor. Ayrıca iş başvurusu için gelenlere de samimiyeti yansıtmaya çalışıyoruz." 

İkaros'un geçmiş yıllarda lise öğrencileri için yaptığı etkinlikler bu yıl da devam ediyor. Bunlardan bahsedebilir misiniz?
"Öğrencilere destek olmak istiyoruz. Projelerimizin başında YGS denemesi yapmak geliyor. Denemeler için özel bir dershaneyle anlaştım. Denemede derece yapanlara İkaros'tan hediyelerimiz olacak. Öğrenciler parasız kaldıklarında ya da ders çalışmak amacıyla kafeye geldiklerinde de ikramda biliniyoruz. İleride üniversite öğrencileri için etkinlikler de planlıyoruz. Yurtdışında askıda çay, kahve, yemek gibi uygulamalar var, bunu Türkiye'de de geliştirmek istiyorum. İkaros'ta askıda çay uygulamamız var."

İkaros Fanzin fikri nasıl oluştu?
"Bu fikir, öğrencilerden çıktı. Kendilerini ifade edecek bir mecra arıyorlardı, fanzin yapalım dediler. Ben de destek oldum. Test sayımız yayınlandı."

İkaros'un her ayın ilk pazarı kapalı olmasının nedeni nedir?
"Oğlum bir gün yanıma geldi. 'Baba, pazar günleri ne kadar kazanıyorsan ben sana kumbaramdan vereyim. Pazar günü evde kal.' dedi. Bunun üstüne her ayın ilk pazarı kafeyi açmama kararı aldım. Ailemle vakit geçiriyoruz pazarları."

19 Aralık 2014 Cuma

Maviye Mektuplar




Taylan Deniz Akbal

Bir türkü söyleyeyim sana, rengi mavi olsun.
Bir mektup yazayım, mavi koksun.

Ben öyle sevmeliyim ki seni, bu dağ, bu orman, bu yangın yeri, yeni doğan bebeğin sevinciyle düğün alayına dönmeli.
Ve öyle sevmeliyim ki seni, harptan çıkmış bir asker, evine, baba ocağına, yârine gitmeli.

Ben öyle sevmeliyim ki seni, ağlama duvarlarından nice otlar fışkırmalı.
Bir çocuk göğü yarmalı özgürlük nidalarıyla.
Ve kara soğuk kayısı çiçeklerini değil, eşkıyaları vurmalı.

Yarın gözlerinde güzel, yarın gözlerinde gizli.
Ne hazan… Ne bombalar… Ne çığlıklar…
Gül sevgilim, gül hadi!

Ben öyle sevmeliyim, öyle sevmeliyim ki seni, secde eder gibi.
Gözüm senden başkasını görmemeli.

17 Aralık 2014 Çarşamba

Melih Aşık: “Gazetecilik bir okutma tekniğidir”



Buse ÇETİNER

Melih Aşık Ankara kökenli gazetecilerden. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu olan, 33 yıldır Milliyet’te “Açık Pencere”yi yazan Aşık, öğrencilik yıllarında TRT’de çalışmaya başladı. Aşık ile gazeteciliğe dair konuştuk.



Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunusunuz. SBF ile gazetecilik arasında nasıl bir bağ var ya da siz bu ilişkiyi nasıl kurdunuz?
“Gazetecilik fakülteleri kadar Hukuk fakülteleri veya  Siyasal Bilgiler Fakültesi de gazeteciliğe yatkın eğitim verirler. SBF'de ilk iki yıl genel eğitim almıştık. Biraz hukuk, biraz ekonomi, biraz Anayasa, biraz sosyoloji... Bu bilgiler gazeteciliğin de altyapısıdır. Kaldı ki benim okula başladığım 1964 yılında Türkiye'de sanırım tek gazetecilik okulu İstanbul Üniversitesinde mevcuttu, Ankara Basın Yayın bile ben SBF'ye başladıktan sonra açıldı. Şunu da bilelim .. Hiçbir okulda gazeteciye meslek hayatında yetecek bilgiler verilmez. Ancak gazeteci okulda temel eğitim alır, hangi bilgiyi  nerede bulacağını öğrenir. Önemli olan budur... Bir de analitik düşünmeyi öğrenmek...”

Hayatınızı gazetecilikten öncesi ve sonrası diye ayıracak olursanız, arada ne gibi farklar olduğunu söyleyebilirsiniz?
“Böyle bir ayrım hiç aklıma gelmedi. Belki yazarlıktan öncesi ve sonrası diye bir ayrım yapılabilir. Çünkü yazarlıktan önce gazetenin mutfağında çalışıyordum. Günaydın'ın iç haberleri şefiydim. O başka bir işti. Daha zahmetliydi. Gazete mutfağında çalışanların adı sanı bilinmez. Nankör bir iştir. Hep gazeteye çalışırsınız. Buna karşılık yazar hem kendine hem gazeteye çalışır. Yaptığı işler kendi kariyer defterine yazılır. Okurla doğrudan temastasınızdır. Oyunu perde önünde oynarsınız. Okur sizi görür. Siz de okuru  görürsünüz. Sıcak bir iletişim kurulur arada. Okur baskısını duyarsınız. Tabii iktidar baskısını da. Yazarlık gazete mutfağına göre daha heyecanlı ve keyiflidir. Yazarlık halkla daha yakın bir hayata götürüyor sizi. Tabii daha çok sorumluluk da yüklüyor.”

Sütun yazarlığına başlamanız nasıl oldu? Ne zaman “Ben artık sütun yazarı olabilirim” dediniz?.
“Sütun yazarlığım biraz tesadüfen oldu denebilir. 1982 yılında Günaydın gazetesinden Güneş gazetesine haber merkezinde çalışmak üzere geçmiştim. Ancak gazetenin çıkmasına az zaman kala haber merkezi kadroları kapışıldı. Bana yer kalmadı. Genel Yayın Yönetmeni Güneri Civaoğlu o dönemde çok ünlü olan Hasan Pulur'un köşesi gibi köşe yapacak birini arıyordu. Bana böyle bir kişiyi arama görevi verdi. O arada biz de bir model yapalım dedik. Ben gazete çıkmasına yakın bugünkü köşeyi deneme olarak yapmaya başladım. Bir yandan da Hasan Pulur gibi birini aramaktaydım. Ama tabii Hasan Abi gibi birini bulmak da mümkün değil. O arada gazete ha çıktı ha çıkıyor. Benim denemeler de fena olmadı sanırım. Gazete çıkarken benim de o köşeyi "Arka Pencere" başlığıyla yapmam kararlaştırıldı. Arka Pencere adını Güneri Civaoğlu koymuştu. Milliyet'e geçerken adını orada bıraktım, Açık Pencere olarak devam ettim... Pek tutacağından emin değildim. Ama tuttu, 33 yıldır sürüyor.”

Bir gazeteci ne gibi özellikler barındırmalı?
“Gazeteci dürüst olmalı. Görevinin kendini meşhur etmek değil halkı bilgilendirmek, aydınlatmak olduğunu bilmeli. Günlük gelişmeleri kavrayacak kadar bilgi sahibi olmalı. Üslup sahibi olmalı. Gazetecilikte esas olan yazıyı okura okutmaktır. Gazetecilik bir okutma tekniğidir. Gazeteci yazdığını okutmayı başarmalı. Dünyayı ve olayları yorumlayacak bilgi sahibi olmalı...”

Gazetecilikte “kalemin kıvrak olması tabiri içine neleri almaktadır?
“Gazeteci üslup sahibi olmalı. Okur, yazıyı okurken keyif almalı. Satırlar okurun boğazında düğümlenmemeli. Benim yazı ilkelerimden biri şudur; okur yazıyı bir okuyuşta anlamalı.. Bir cümleyi okuduktan sonra acaba yazar ne demek istedi diye dönüp tekrar okumamalı... Gazete yazısı edebiyat denemesi değildir. Gazetecilikte lafı salçalamak gibi deyimler de vardır. Yazıya gizem katmak, monotonluktan çıkarmak, lezzet vermek gerekir... Okur satırlar üzerinde kayarken onu meraklandıracak, dikkatini diri tutacaksınız...”

Görüneni yazmak mıdır esas olan, görünenin görünmeyen tarafını gün yüzüne çıkarmak mı?
“Haberler görüneni anlatır, köşe yazıları daha çok perde arkasını... Ancak son yıllarda gazeteler bazı haberleri vermeye çekiniyorlar. O durumda bizlerin sütunlarımızı habere açmamız gerekiyor. Köşe yazarına düşen asıl görev perde arkasını eşelemek ve günceli geçmiş olayların da ışığında yorumlayarak anlamını ortaya çıkarmaktır. Köşenin ana görevi yorumdur. Perde arkasını aydınlatmaktır.”

Her yılın sonunda yazınızda yılı özetliyorsunuz. En unutulmaz dediğiniz yıl hangisi oldu ve niçin?
“Türkiye her yıl birbirinden ilginç ve çarpıcı olaylara sahne oldu. Kimi yıl darbe oldu, kimi yıl bankalar battı, kimi yıl seçim sürprizleri yaşandı vs... O yüzden hangi yılın daha ilginç olduğunu söylemek zor... Bütün yıllar çok ilginç... Son yıllar daha da...”

Bunca yıllık gazeteci olarak, mesleğe yeni gireceklere ne gibi tavsiyelerde bulunabilirsiniz?
“Mesleğe yeni girecek arkadaşlar para ve ün sahibi olmak için bu tercihi yapmışlarsa hiç başlamasınlar. Gazetecilik artık epey süre mahrumiyet çekmeyi göze almayı gerektiriyor. Bu mesleğe ancak çok sevenler katlanabilirler. Çevrenizde, ülkede ve dünyada neler olup bittiğini anlamak ve bunları halka anlatmak gibi bir merakınız varsa gazeteci olun derim. Tabii olayları izleyip okura aktarmak için de bunları kavrayacak donanıma sahip olmanız gerekiyor. Zor ve zahmetli iş gazetecilik...”

9 Aralık 2014 Salı

Tayfun Öztürk: Çağlararası bir köprü kurmak istiyorum




Serhat BİRGÜN




Her şey aslında soğuk bir kış gününde komşu çocuklarının izlediği çizgi filmin cama yansıması ile başladığını söylüyor kendisi. Bugünlerde sinemaya yeni bir soluk ve renk getirmenin peşinde Tayfun Öztürk. Ankara’da ilk yapım şirketini açtığı halde bir yapımcıdan çok bir yönetmen olarak bilinmesinin kendisini ne kadar mutlu ettiğini anlatıyor. Ankara dogumlu olan Tayfun Öztürk, Atatürk Üniversitesi’nde baslayan Sinema ve TV serüvenini, Akdeniz Üniversitesi’nde yüksek lisans yaparak tamamladı. Lisansını tamamlarken, Sınav Kolejinde Sinema eğitimleri verdi. Hedeflerine ulaşmak için, Los Angeles'a sinema eğitimi almaya gitti. Yurda döner dönmez, Bursa’da Fikri Münasebet Film yapım şirketinin Reklam Departmanında yönetici olarak çalışmalar yaptı. Daha sonra Böcek Yapım’da bir yıl freelance yönetmen olarak çalıştı. Bu süreçte Mustafa Sandal, Şebnem Ferah ve Kenan Doğulu ile klip çalışmaları yaptı. Eve Dönüş-Sarıkamış 1915, Kelebeğin Rüyası sinema filmlerinde çalıştı ve çeşitli reklamlarda görev aldı. Hayallerini gerçekleştirmek ve düşünceleriyle yeni dünyaları keşfetmek için yelken açan Öztürk, kendi şehri olan Ankara’ya gelip Pasific Film’i kurdu. Burada yaptığı çalışmalarla Türk sinemasına yeni yetenekli yüzler kazandırmanın gururunu yaşıyor. 

Sinemayla ilgilenmeye nasıl başladınız?
Sinemaya olan ilgim 80’lerin sonunda, evimizin inşaat halinde olmasından dolayı iki yıla yakın bir süre elektriksiz kaldık. İki yıllık süre içerisinde komşuların evlerinin önünde camlara yansıyan televizyonların görüntülerine bakarak çizgi film ve filmler seyrettim. İnanın o soğukta izlediğim çizgi filmlerin hazzını hiç bir sıcak ortamda bulamam. İki yıllık zaman zarfında rahat rahat televizyon izleyememenin ve sinemaya gidememenin eksikliği ve o edimi gerçekleştirebilme tutkusu 90’lı yılların ortasında bir ideale dönüşmüştü. Dünya’nın diğer ucunda benim öyküme benzeyen insanların yaşamlarına küçük bir renkli dokunuş yapmak istemekteydim ve sonuç olarak küçücük bir bucakta yaşanılan olayın küresel köy kavramı içerisinde dünyanın bilinmeyen yaşanmışlıklarını armağan etmek istiyordum. Bunu yaparken sadece yazıyı, şiiri veya fotoğrafı tek başına kullanmanın yetmeyeceğinin farkındaydım. Bildiğim bir şey vardı, o da bu saydıklarımın hepsini içinde barındıran sesli videonun kullanılmasıydı. Sinemaya duyduğum özlem ve saygıyı Tayfun Öztürkçe anlatarak geleceğe bir miras bırakmak benim yegane temelimdir. Yaşadıklarımı emeğim ile birleştirerek çağlar arası bir köprü kurmak istedim. Hiç şüphesiz ki iletişim aracım da en büyük tutkum olan sinema oldu.
Sinemanın sizdeki anlamı nedir?
Sinema benim için çok ayrı bir anlam taşıyor. Tıpkı beden ve ruh gibi… Görünen ve görünmeyen varlığınız. Görünmeyen tarafımda içsel olarak bir şeyler beni sinemaya yönlendiriyor veya çekiyorsa bunun cüzi irademle olmadığı kanaatindeyim. Sinema her şeyden önce bildiğimiz bütün sanat disiplinlerini içinde barındırabilen tek sanat dalı. Keza müzik ve edebiyat gibi yoğun ilgi gören sanat dallarının bunda payı küçümsenemez. En çok ulaşılabilirliği olan sanat dalının müzik olduğu kanaatindeyim. Ancak sinema işitsel ve görsel yönü, bilgi ve düşünceden beslenebilmesi nedeniyle daha güçlü bir etkiye sahiptir. Beyaz perdenin içindeki yaşamın kabul görülmüşlüğü de sonuçta insana ait izafi bir hakikattir. Anlamlandırılan yaşamda sinema, günlük hayatın önemli bir parçasıdır. 
Türkiye’deki sinema seyircisinin genel profili hakkında neler düşünüyorsunuz? “Sinema” doğru tanımlanabiliyor mu sizce Türkiye’de.
 Sinema büyük bir sanattır. Sanat düşündürür, sorgulatır, öğretir ve de eğlendirir. Bizim ülkemizin sinema seyircisinin bu sanatın daha çok eğlenceli yanıyla ilgilendiğini düşünüyorum.
Dizi ve filmlerin sonunda hep yönetmenin ismi yazıyor ama kimse tam olarak bilmiyor, bir yönetmen ne yapar?
Yönetmenin yaptığı bir sürü iş var. Tabii ki her şeyi kendisi yapmıyor. Ekip çalışması nihayetinde. Görüntü yönetmenimiz de çok önemli, yardımcı yönetmenimiz de sanat yönetmenimiz de. Hepmiz bütün halinde olduğumuzda güzel bir şey çıkartabiliyoruz.
İyi bir yönetmen nasıl olmalı?
Bence iyi bir yönetmen oyuncuyu güzel dengeleyebilen yönetmendir. Oyuncu sahnesine bakar, o sahneyi en iyi şekilde icra etmek için uğraşır. Yönetmen bütüne bakabilen kişidir. Oyuncu sadece o an içinde bulunduğu sahneye bakar. Yönetmen oyuncuyu törpüleyen kişidir.
Törpüleyen derken?
Örneğin: “burada daha yüksek oyna çünkü iki sahne sonra bu şuraya etki edecek veya burada oyunu düşürmen lazım çünkü sonrasını çektik ve böyleydi” tarzı uyarılarda bulunmak ve oyun dengesini kurmak gibi. Onun dışında senaryo geldiğinde yeni bir mekan varsa hayal ettiği şeyi yapıma anlatır ve yapım onun için uygun mekan alternatifleri getirir ve onun içinden doğru mekanı seçer. O da çok önemlidir.
Okullarda hep öğretilen sinema akımları vardır ya, sizin sinemanıza da yansıyan akım hangisi?
İtalyan Yeni Gerçekçilikten tutun da Dışavurumculuk akımına kadar… Bunların tabi ki yansımaları oluyor, belki de farkında olmadan oluyor. Gölgeleri, ışığı kullanma biçimim, oyuncuları yönlendirmem de belgesele yakın bir şekilde. Bu da benim İtalyan Yeni Gerçekçilik akımından etkilendiğimi gösteriyor.
Filmlerle ilgili Türkiye’de ve dünyada birçok festival düzenleniyor, bu festivallerden sizin için en önemli olanı hangisi ve sizin özellikle katılmak istediğiniz özel bir festival var mı?
Film festivallerinin ambiyansı gerçekten sinemaya tekrar aşık eder insanı. Dünya üzerinde düzenlenen en önemli film festivallerinden birisi Cannes Film Festivalidir şüphesiz. Ben de dünya üzerinde nam yapmış bu festivale katılmak ve bu film festivalinden ödülle dönmek isterim, bunu her yönetmen ister. Türkiye’de ise Altın Portakal ve Altın Koza film festivallerinden ödül almak güzel olurdu. Altın Portakala daha önce bir kaç kez gitme fırsatım oldu.
Geçtiğimiz yaz dönemi içerisinde ‘‘Jargon’’ ve ‘‘Kaybolan Cennet’’ adlı iki adet uzun metraj filmin çekimlerini tamamladınız. Bu filmleri vizyonda görecek miyiz yoksa ilk hedefiniz festivaller mi?
En başından beri kafamdaki öncelik hep festivallere katılmaktı. Jargon ve Kaybolan Cennet filmleriyle de tüm festivallere başvurumuzu yapacağız. Umarım önümüzdeki sene Altın Palmiyeyi ben kaldırıcam.
(Gülüşmeler)
Gişe başarısı bir filmin iyi olduğunu mu gösterir?
Bence asla göstermez...
Şunu sormak istiyorum aslında, ülkemizde son yıllarda çekilen filmlerle sinema çok iyi bir çıkış yakaladı. Sizce bunun sırrı ne? İyi oyuncular mı, iyi yönetmen iyi projeler mi, yoksa seyircinin bilinçlenmesi mi?
1970'li yıllara baktığınızda Türk sinemasının bugünkü gibi müthiş bir seyirci potansiyeline sahip olduğunu görüyorsunuz, 1980’de yaşanmış şaşırtıcı olumsuz değişim insanları sinemalardan kopardı, farklı noktalara geldik. Bir sürü şeyler oldu. Şimdi ise o zamanı atlattık. TV eskiden sinemaya büyük bir geriye ket vurmuştu. Ama derken derken yine sinemaya alıştık. Sinemayı hiçbir şey öldüremeyecek. Belki zaman zaman gerilediği veya ilerlediği dönemler olabilir ama o kompleksi kırma, yıkma noktalarına yavaş yavaş gelmiş bulunuyoruz. Artık, evet Türk sineması da yapabiliyormuş sesleri çıkmaya başladı. Türkler yapamazın yanı sıra...
Ve son olarak genç arkadaşlara önerebileceğiniz, sizde de özel bir yere sahip olan yerli-yabancı yönetmenler kimlerdir?
Öncelikle şunu söylemek isterim, bu sorunun cevabını bir kriter olarak göremeyiz. Çünkü her insanın hayata bakışı kendine özgüdür. O yüzden tercihlerin farklı olması kaçınılmazdır. Ama genel geçer denilebilecek bir bakışta çok iyi anlamında değil de filmleri izlenmesi gereken yönetmenler olarak naçizane birkaç isim önerebilirim. Andrey Tarkovsky, Frank Darabont, Francis Ford Coppola, Martin Scorsese, Alfred Hitchcock, Stanley Kubrick, Orson Welles, Peter Jackson, Quantine Tarantino, Michael Curtiz, Steven Spielberg, Oliver Stone ilk aklıma gelenler bunlardı. Yerli yönetmenlerden Derviş Zaim, Semih Kaplanoğlu, Nuri Bilge Ceylan yine ilk aklıma gelenler.
Bu yoğun günlerinizde bize vakit ayırdığınız ve samimi sohbetiniz için çok teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim, çok güzel vakit geçirdim.