Ankara’da
bir çocuk… Büyüyüp Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Ön Asya
Arkeolojisi bölümünü kazanıyor. Fakat ne kadar çok sevse de daha öğrenciyken
arkeoloji yolunda yürüyemeyeceğini anlıyor. Kalemi sayesinde, mezun olduktan
sonra küçük bir ajanstan aldığı teklif, belki de ömür boyu değiştiremeyeceği
rotasını çiziyor ve kendisini reklamcılık ile tanıştırıyor. Sektörde birçok
başarıya imza atan Barbaros Gürçay, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde
reklam üzerine dersler veriyor. Bununla da sınırla kalmayıp okul bünyesinde
kurduğu Gazi Reklam Atölyesi ile sektöre yeni reklamcılar kazandırma uğraşı
içine giriyor. Ben de “Kolay değil öyle ‘sektörde aranan adam’ hâline gelmek,
elbet vardır bir bildiği” diyerek kendisini tanımaya ve tanıtmaya konuldum.
Sami Batuhan BOZ
İletişim
fakültesi mezunu değilsiniz fakat reklamcısınız. Şimdi de Gazi Üniversitesi
İletişim Fakültesi’nde yeni reklamcılar yetiştirme uğraşı içerisindesiniz. Yönünüzü
ne için bu alana çevirdiniz, reklamla tanışmanız nasıl gerçekleşti?
Yağmurlu bir nisan gününde akşama doğru
Ankara’da dünyaya gelmişim. Ama isterseniz o kadar eskiye gitmeyelim.
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Önasya
Arkeolojisi okudum. Gerek arkeoloji eğitimi almam, gerekse Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde okumam hayatımda çok büyük değişim ve dönüşümlere
yol açtı, bilgi birikimimde ve hayata bakışımda çok olumlu katkıları oldu.
Çok sevdiğim halde daha öğrenciyken
arkeolog olamayacağımı anladım. O yıllarda karikatür çiziyor, kısa film
senaryoları ve mizah öyküleri yazıyordum. Ankara’da sinemayla uğraşmak hayalden
öte bir şey değildi. Mizah yazılarımın bazıları Gırgır’da yayınladı, para bile
kazandım.
Fakülte bitince ne yapacağımı bilemedim.
Küçük bir ajanstan gelen teklifle reklamcılığa adım attım. Sonraki yıllarda
kurtulmak için ne kadar uğraştıysam olmadı. Sonunda kasmanın anlamı yok dedim
kendi kendime, reklamcı olup keyif almaya bak. Büyük işler yaptım sektörde,
birçok konkuru kazandım, kampanyalara imza attım.
Sonra bir gün kendimi Gazi Üniversitesi
İletişim Fakültesi’nde ders verirken buldum. Bir de baktım on yıl geçmiş. Arada
dergilerde yazılar yazdım, TRT Ankara Radyosu’nda otuzun üstünde program
hazırlayıp sundum, kamu ve özel kurumlarda kişisel gelişim dersleri verdim, Anadolu
Medeniyetleri Müzesi için 16 çocuk kitabını kaleme aldım, sonra döndüm arkama
bir baktım; bir arpa boyu yol almışım…
Üniversitede
reklam üzerine eğitim veren bir hoca olarak iletişim fakültelerindeki
reklamcılık bölümlerini yeterli buluyor musunuz?
İletişim fakültelerinin reklamcılık
bölümlerine gelmeden önce fakültelerin kendisini hatta eğitim sistemini masaya
yatırmalıyız. Ama yatırmayalım, kaldıramayız çünkü.
Lüzumundan fazla iletişim fakültesi var,
bunların bütününe yönelik yorum yapmamız da mümkün değil. Benim gördüğüm en
temel sorunlardan biri iletişim fakültelerindeki bölümlerin günümüze uymayan
yapısı. Gazi’yi örnek alırsak üç bölüm var; Gazetecilik, Radyo, Televizyon ve
Sinema, Halkla İlişkiler ve Tanıtım. Uzatmayalım; Radyo, Televizyon ve
Sinema’dan “Sinema”yı alıp güzel sanatlara verelim. Halkla İlişkiler ve
Tanıtım’dan da “Tanıtım”ı ayırıp adını “Reklamcılık” yapalım. Bence güzel olur.
Farklı isimler koyanlar da var.
Halkla İlişkiler ve Tanıtım başlığı
altındaki reklamcılık bölümlerini yeterli bulmuyorum. Genel olarak uygulama
sorunu yaşanıyor bence.
Biraz
özele inecek olursak... Ankara'daki üniversiteleri, özellikle de Gazi
Üniversitesi'ni çağın getirdikleri karşısında yeterli buluyor musunuz?
Çağın getirdikleri? Hangi çağ bu? Ne
getirmiş? Bize niye getirmemiş? Böyle büyük laflar etmeyelim yahu “çağın
getirdikleri” falan… Bununla birlikte pasını aldım, topu kaleye yolluyorum;
Gazi İletişim, teknolojik açıdan çok yetersiz. Ayrıca uygulama dersleri de çok
geç başlıyor. Bence birinci sınıfta başlamalı. Uygulama yapan öğrencilerin
okulu ve dersleri daha birinci sınıfta seveceğini düşünüyorum.
Reklam
sektöründe İstanbul'un, diğer illere nazaran çok daha önde olduğunu biliyoruz.
Ankara ve diğer şehirlerden İstanbul'a belirgin bir kaçış var. Bu kaçışı nasıl
değerlendiriyorsunuz? Bu bağlamda Ankara'daki reklam ajansları eski ruhu yakalamak
için neler yapılmalı?
İstanbul, Türkiye’nin ekonomik
başkentidir ve Düzce’den başlayıp Tekirdağ’a kadar bölgeyi görünmez bağlarla kendisine
bağlamıştır. Türkiye sermayesi burada mutlu mesut yaşar. Reklamcılığın
“paranın” olduğu yerde gelişmesinden doğal ne olabilir ki. Sadece reklamcılık
değil, sanatın da merkezi İstanbul. Der Saadet’in saadet içinde olabilmesi için
her açıdan beslenmesi gerekir. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de her açıdan onu
Anadolu besler. Yetenekli reklamcılar, müzisyenler, sinemacılar, tiyatro
yazarları ve oyuncular İstanbul’a akarlar; başta Ankara olmak üzere tüm
Anadolu’dan.
Ankara’da reklam ajansları hiçbir şey
yapmasa daha iyi olur. Ama bir yerden başlayacaksak şöyle yapalım; reklamcı
olmayanlar alanı terk etsinler. Sektör epeyce rahatlar böylece. Kalanlar da
reklam konusunda kendilerini yetiştirsinler. Eğitim şart.
Globalleşen
dünyada sosyal medyanın hayli etkili bir mecra hâline geldiğini, özellikle Gezi
Parkı direnişinde kitlelere ulaşma hızı ve sayısı açısından önemini gördük.
Peki, reklam kampanyalarında sosyal medyanın kullanımını başarılı buluyor
musunuz?
Yahu nedir bu “globalleşen” dünya, anlamadım
gitti… Dünya aynı dünya bence, değişen tek şey geçen yüzyılın son çeyreğinden
itibaren iletişim ve bilişim teknolojilerinin önlenemez biçimde yükselişi ve
bizleri bilim kurgu anaforunun içine çekmeleridir. Amazon ormanlarında bir
yerli yellense, kutuplarda ayılar bayılıyor artık. Buna da “Kelebek Efekti”
falan diyorlar. Oysa dünyayı dün de sermayeyi elinde tutan 4-5 şirket
yönetiyordu, şimdi de. Eskiden kartel diyorduk onlara şimdi global firmalar.
İletişim ve bilişim teknolojileri bize
ne getirdi? Ya da hayatımızı nasıl etkiledi? Çok basit, artık Amazon
ormanlarında hangi yerlinin yellendiğini biliyor, hatta görüntülerini kaydediyor
ve anında Sibirya’daki Şamanlardan Vietnam’daki Budistlere kadar dünyanın en
ücra köşelerine kadar gönderebiliyoruz. İşte buna da globalleşme, küreselleşme
falan diyoruz. Sosyal medya da bunun gayrimeşru çocuğu oluyor.
Bu arada sosyal medya falan deyip “Gezi
Parkı”yla gaz verme çaban gözümden kaçmadı. Neyse uzatmayalım, sosyal medyayı
boşuna gayrimeşru çocuğa benzetmiyorum. Bu sosyal medya var ya bu sosyal medya,
her türlü gayrimeşru çocuk tavrını yapıyor ki dilimizde bunun karşılığı olarak
üç harfli bir sözcük kullanırız. Bilenler bilir, bit yavrusuna da aynı ad
verilir.
Uzattık değil mi? İnternet ve ona bağlı
olarak tüm gayrimeşru çocuklarının, tıpkı sosyal medya gibi gücü, etkisi ve
baskısı her geçen gün artıyor ve daha da artacak. Reklam açısından
değerlendirdiğimizde henüz işin başlarındayız. Emekleme aşaması diyebiliriz. Şu
an yeterince başarılı olmasak da yakın zamanda olacağız. Lüzumundan fazla hem
de…
Son
olarak... Kendini bu sektöre hazırlayan öğrenciler için tavsiyeleriniz ve
önerileriniz nelerdir?
Tüm öğrenciler için söyleyeceğim tek şey
var; “Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olunmaz”. Bilgi nedir? Önce bu sorunun
yanıtını bulacaksınız. Sonra da bilginin peşinde koşacaksınız. Ulaştığınız her
bilgiden sonra kendinizi “zavallı bir cahil” olarak görüyorsanız doğru yolda
ilerliyorsunuzdur.
Reklamcı olmak isteyenler önce reklamı
öğrenecekler. Sonra sanatla ve kültürle beslenecekler; ekmek arası sinema,
tiyatro, müzik, edebiyat iyi gider. Tarih biraz mideye oturur ama besleyici
gücü fazladır. Soluk alıp vermek siyasettir zaten, siyaseti bilmeden olmaz.
İyi beslendik, gürbüz reklamcılar olduk.
İş bitti mi? Hayır. İyi bir reklamcı olabilmek için muhafazakâr yaklaşımlardan
bütünüyle kurtulup, hemen her şeyi geniş bir perspektiften ve farklı açılardan
bakabilmeyi başarmalısınız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.