14 Ocak 2016 Perşembe

Barbaros Gürçay: “Reklamcı olmak için önce bilgiyi bilmek gerek”




Ankara’da bir çocuk… Büyüyüp Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Ön Asya Arkeolojisi bölümünü kazanıyor. Fakat ne kadar çok sevse de daha öğrenciyken arkeoloji yolunda yürüyemeyeceğini anlıyor. Kalemi sayesinde, mezun olduktan sonra küçük bir ajanstan aldığı teklif, belki de ömür boyu değiştiremeyeceği rotasını çiziyor ve kendisini reklamcılık ile tanıştırıyor. Sektörde birçok başarıya imza atan Barbaros Gürçay, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde reklam üzerine dersler veriyor. Bununla da sınırla kalmayıp okul bünyesinde kurduğu Gazi Reklam Atölyesi ile sektöre yeni reklamcılar kazandırma uğraşı içine giriyor. Ben de “Kolay değil öyle ‘sektörde aranan adam’ hâline gelmek, elbet vardır bir bildiği” diyerek kendisini tanımaya ve tanıtmaya konuldum.

Sami Batuhan BOZ

İletişim fakültesi mezunu değilsiniz fakat reklamcısınız. Şimdi de Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde yeni reklamcılar yetiştirme uğraşı içerisindesiniz. Yönünüzü ne için bu alana çevirdiniz, reklamla tanışmanız nasıl gerçekleşti?

Yağmurlu bir nisan gününde akşama doğru Ankara’da dünyaya gelmişim. Ama isterseniz o kadar eskiye gitmeyelim.

Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Önasya Arkeolojisi okudum. Gerek arkeoloji eğitimi almam, gerekse Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde okumam hayatımda çok büyük değişim ve dönüşümlere yol açtı, bilgi birikimimde ve hayata bakışımda çok olumlu katkıları oldu.

Çok sevdiğim halde daha öğrenciyken arkeolog olamayacağımı anladım. O yıllarda karikatür çiziyor, kısa film senaryoları ve mizah öyküleri yazıyordum. Ankara’da sinemayla uğraşmak hayalden öte bir şey değildi. Mizah yazılarımın bazıları Gırgır’da yayınladı, para bile kazandım.

Fakülte bitince ne yapacağımı bilemedim. Küçük bir ajanstan gelen teklifle reklamcılığa adım attım. Sonraki yıllarda kurtulmak için ne kadar uğraştıysam olmadı. Sonunda kasmanın anlamı yok dedim kendi kendime, reklamcı olup keyif almaya bak. Büyük işler yaptım sektörde, birçok konkuru kazandım, kampanyalara imza attım.

Sonra bir gün kendimi Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde ders verirken buldum. Bir de baktım on yıl geçmiş. Arada dergilerde yazılar yazdım, TRT Ankara Radyosu’nda otuzun üstünde program hazırlayıp sundum, kamu ve özel kurumlarda kişisel gelişim dersleri verdim, Anadolu Medeniyetleri Müzesi için 16 çocuk kitabını kaleme aldım, sonra döndüm arkama bir baktım; bir arpa boyu yol almışım…

Üniversitede reklam üzerine eğitim veren bir hoca olarak iletişim fakültelerindeki reklamcılık bölümlerini yeterli buluyor musunuz?

İletişim fakültelerinin reklamcılık bölümlerine gelmeden önce fakültelerin kendisini hatta eğitim sistemini masaya yatırmalıyız. Ama yatırmayalım, kaldıramayız çünkü.

Lüzumundan fazla iletişim fakültesi var, bunların bütününe yönelik yorum yapmamız da mümkün değil. Benim gördüğüm en temel sorunlardan biri iletişim fakültelerindeki bölümlerin günümüze uymayan yapısı. Gazi’yi örnek alırsak üç bölüm var; Gazetecilik, Radyo, Televizyon ve Sinema, Halkla İlişkiler ve Tanıtım. Uzatmayalım; Radyo, Televizyon ve Sinema’dan “Sinema”yı alıp güzel sanatlara verelim. Halkla İlişkiler ve Tanıtım’dan da “Tanıtım”ı ayırıp adını “Reklamcılık” yapalım. Bence güzel olur. Farklı isimler koyanlar da var.

Halkla İlişkiler ve Tanıtım başlığı altındaki reklamcılık bölümlerini yeterli bulmuyorum. Genel olarak uygulama sorunu yaşanıyor bence.

Biraz özele inecek olursak... Ankara'daki üniversiteleri, özellikle de Gazi Üniversitesi'ni çağın getirdikleri karşısında yeterli buluyor musunuz?

Çağın getirdikleri? Hangi çağ bu? Ne getirmiş? Bize niye getirmemiş? Böyle büyük laflar etmeyelim yahu “çağın getirdikleri” falan… Bununla birlikte pasını aldım, topu kaleye yolluyorum; Gazi İletişim, teknolojik açıdan çok yetersiz. Ayrıca uygulama dersleri de çok geç başlıyor. Bence birinci sınıfta başlamalı. Uygulama yapan öğrencilerin okulu ve dersleri daha birinci sınıfta seveceğini düşünüyorum.

Reklam sektöründe İstanbul'un, diğer illere nazaran çok daha önde olduğunu biliyoruz. Ankara ve diğer şehirlerden İstanbul'a belirgin bir kaçış var. Bu kaçışı nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu bağlamda Ankara'daki reklam ajansları eski ruhu yakalamak için neler yapılmalı?
İstanbul, Türkiye’nin ekonomik başkentidir ve Düzce’den başlayıp Tekirdağ’a kadar bölgeyi görünmez bağlarla kendisine bağlamıştır. Türkiye sermayesi burada mutlu mesut yaşar. Reklamcılığın “paranın” olduğu yerde gelişmesinden doğal ne olabilir ki. Sadece reklamcılık değil, sanatın da merkezi İstanbul. Der Saadet’in saadet içinde olabilmesi için her açıdan beslenmesi gerekir. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de her açıdan onu Anadolu besler. Yetenekli reklamcılar, müzisyenler, sinemacılar, tiyatro yazarları ve oyuncular İstanbul’a akarlar; başta Ankara olmak üzere tüm Anadolu’dan.

Ankara’da reklam ajansları hiçbir şey yapmasa daha iyi olur. Ama bir yerden başlayacaksak şöyle yapalım; reklamcı olmayanlar alanı terk etsinler. Sektör epeyce rahatlar böylece. Kalanlar da reklam konusunda kendilerini yetiştirsinler. Eğitim şart.

Globalleşen dünyada sosyal medyanın hayli etkili bir mecra hâline geldiğini, özellikle Gezi Parkı direnişinde kitlelere ulaşma hızı ve sayısı açısından önemini gördük. Peki, reklam kampanyalarında sosyal medyanın kullanımını başarılı buluyor musunuz?

Yahu nedir bu “globalleşen” dünya, anlamadım gitti… Dünya aynı dünya bence, değişen tek şey geçen yüzyılın son çeyreğinden itibaren iletişim ve bilişim teknolojilerinin önlenemez biçimde yükselişi ve bizleri bilim kurgu anaforunun içine çekmeleridir. Amazon ormanlarında bir yerli yellense, kutuplarda ayılar bayılıyor artık. Buna da “Kelebek Efekti” falan diyorlar. Oysa dünyayı dün de sermayeyi elinde tutan 4-5 şirket yönetiyordu, şimdi de. Eskiden kartel diyorduk onlara şimdi global firmalar.

İletişim ve bilişim teknolojileri bize ne getirdi? Ya da hayatımızı nasıl etkiledi? Çok basit, artık Amazon ormanlarında hangi yerlinin yellendiğini biliyor, hatta görüntülerini kaydediyor ve anında Sibirya’daki Şamanlardan Vietnam’daki Budistlere kadar dünyanın en ücra köşelerine kadar gönderebiliyoruz. İşte buna da globalleşme, küreselleşme falan diyoruz. Sosyal medya da bunun gayrimeşru çocuğu oluyor.

Bu arada sosyal medya falan deyip “Gezi Parkı”yla gaz verme çaban gözümden kaçmadı. Neyse uzatmayalım, sosyal medyayı boşuna gayrimeşru çocuğa benzetmiyorum. Bu sosyal medya var ya bu sosyal medya, her türlü gayrimeşru çocuk tavrını yapıyor ki dilimizde bunun karşılığı olarak üç harfli bir sözcük kullanırız. Bilenler bilir, bit yavrusuna da aynı ad verilir.

Uzattık değil mi? İnternet ve ona bağlı olarak tüm gayrimeşru çocuklarının, tıpkı sosyal medya gibi gücü, etkisi ve baskısı her geçen gün artıyor ve daha da artacak. Reklam açısından değerlendirdiğimizde henüz işin başlarındayız. Emekleme aşaması diyebiliriz. Şu an yeterince başarılı olmasak da yakın zamanda olacağız. Lüzumundan fazla hem de…

Son olarak... Kendini bu sektöre hazırlayan öğrenciler için tavsiyeleriniz ve önerileriniz nelerdir?

Tüm öğrenciler için söyleyeceğim tek şey var; “Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olunmaz”. Bilgi nedir? Önce bu sorunun yanıtını bulacaksınız. Sonra da bilginin peşinde koşacaksınız. Ulaştığınız her bilgiden sonra kendinizi “zavallı bir cahil” olarak görüyorsanız doğru yolda ilerliyorsunuzdur.

Reklamcı olmak isteyenler önce reklamı öğrenecekler. Sonra sanatla ve kültürle beslenecekler; ekmek arası sinema, tiyatro, müzik, edebiyat iyi gider. Tarih biraz mideye oturur ama besleyici gücü fazladır. Soluk alıp vermek siyasettir zaten, siyaseti bilmeden olmaz.

İyi beslendik, gürbüz reklamcılar olduk. İş bitti mi? Hayır. İyi bir reklamcı olabilmek için muhafazakâr yaklaşımlardan bütünüyle kurtulup, hemen her şeyi geniş bir perspektiften ve farklı açılardan bakabilmeyi başarmalısınız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.