14 Şubat 2013 Perşembe

Aşk Sözcükleri


Alain de BOTTON

“İnsanı yalnızlaştıran bir düşünceydi bu: Tek bir sözcük ile hata yapmaktan korkmak belki saçma gelecekti çok bilmişlere, ama yorumcular aracılığıyla konuşmaktan bıkmış usanmış aşıklar için büyük önem taşıyordu bu. İkimiz de aşık olmaktan söz edebilirdik ama aşk ikimiz için de bambaşka anlamlar ifade ediyor olabilirdi. Aşk sözcükleri iletmek, bozuk bir vericiyle, nasıl algılanacağı meçhul şifreli bir mesaj göndermek gibi bir şeydi (yine de gönderilmek zorundaydı mesaj, filizlenir umuduyla sayısız tohumunu havaya salan nergis gibi şansa bağlıydı olay, iyimser bir iletişim çabasıydı-postaya güvenmekten başka çare yoktu).

“Aramızdaki köprüyü ancak dille kurabilirdim. Bu delikli süzgece yığdığım anlamı kavrayabilecek miydi? Anlam ona ulaşana dek geriye ne kadar aşk kalacaktı? Ortak gibi görünen bir dilde diyalog kurmaya yeltenirken, sözcüklerin kökenlerinin farklı kaynaklara dayandığını keşfedebilirdik. Aynı yatakta, aynı kitabı okuduğumuz olmuştu sık sık, sonradan farklı bölümlerden etkilendiğimizi, aynı kitabın ikimiz için farklı kitaplar gibi algılandığını görmüştük. Aynı ayrım, tek bir aşk cümlesinde de oluşamaz mıydı?”
“Tanımı konamayan, yaş günümüzü kutladığımız kültür tarafından yorumlanan bir olgudur aşk. Chloe’ye olan duygularımın aşk olduğunu, çevremde bu soruya yanıt aramamı gerektirecek durumlar olmasa nereden bilecektim? Arabamın radyosundaki şarkıcıyla kendimi özdeşleştirmem, bu olguyu kendiliğinden kavramış olmam anlamına gelmiyordu. Aşık olduğuma inanmam, aşktan küt küt atan yüreklere tapınan bir kültürel çağda yaşıyor olmamım sonucu olamaz mıydı? Beni motive eden, sosyal yaşam öncesi dürtülerimden çok, toplumun kendisi değil miydi? Önceki çağlarda ve kültürlerde Chloe’ye olan duygularımı bastırmam öğretilmeyecek miydi bana (tıpkı bugün külotlu çorap giymek dürtüsüne ya da bir düello çağrısına hakaretle karşılık vermemin öğretilmiş olduğu gibi)?

Bazı insanlar, aşkın varlığından habersiz olsalardı asla aşık olmazlardı, diye bir aforizması var La Rochefoucauld’nun; tarih onu haklı çıkarmıyor mu? Chloe’yi Camden’daki bir Çin lokantasına götürecektim, oysa Çin kültüründe aşka geleneksel olarak pek önem verilmediğini göz önünde bulundurunca, aşk sözcüklerimi başka bir yerde fısıldamam belki daha uygun olacaktı. Antropolog L.K. Hsu’ya göre, Batı kültürlerinin “birey-merkezli” olması ve duygulara büyük önem vermesine karşılık, Çin kültürü “durum-merkezli” ve aşık çiftler yerine daha çok grupların üzerinde duruyor (Lao Tzu’nun müdürü yer ayırtmak için aradığımda son derece sevindi oysa). Aşk asla kendiliğinden bir olgu değildir, farklı toplumlarca kurgulanır ve tanımlanır. Bazı toplumlarda, sözgelimi Yeni Gine’deki Manu’da, aşkı tanımlayacak bir sözcük bile yok. Başka kültürlerde aşk varolan bir olgu ama, belli biçimleri var. Antik Mısır’ın aşk şiirlerinde utanma, suçluluk ya da belirsizlik gibi kavramlar bulunmuyor: Yunanlılar eşcinselliği normal karşılıyorlar, Hıristiyanlık gövdeyi göz ardı edip ruhu erotize ediyor, Troubadour’lar aşkın karşılıksız bir tutkuyu ifade ettiğine inanıyor ve mutlu bir evlilik süren S.M. Greenfield da Sociological Quarterly dergisinde yayımladığı makalesinde aşkı günümüzde modern kapitalizmin neden ayakta tuttuğunu şöyle açıklıyor:
“…bireyleri motive ediyor-onları motive edecek başka bir şey yok çünkü koca-baba ve karı-anne pozisyonlarını doldurarak oluşturulan çekirdek aileler yalnızca üreme ya da sosyalleşme için değil, tüketim mallarının ve hizmet sektörünün dağıtımı için varolan düzenlemeleri korumak ve genelde sosyal sistemin doğru bir biçimde işlemesini sürdürmek için gerekli görülüyor.”
Aşk Üzerine, İstanbul: Sel Yayıncılık, 2010.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.