31 Aralık 2011 Cumartesi

Hilmi Yavuz: Aydın her anlamda ahlaklı olmak zorundadır

Hüseyin GÜLŞEN

Hilmi Yavuz, “Ahlaksız aydın olmaz. Ahlaksız bilim adamı olmaz. Bilim ahlakına şu ya da bu biçimde ters düşecek bir yaklaşım, bir bilim adamı için çok büyük bir nakısedir. Dolayısıyla ben ahlakı birinci özellik olarak görüyorum. İkincisi aydın her kayıt ve koşulda kendi bilgisini doğru bildiği fikirler ve düşünceler adına herhangi bir biçimde kendi içinde bir sansür mekanizması oluşturmadan açık ve seçik bir biçimde dile getirmelidir.”  diyor.
 Hocam, şair, felsefeci, köşe yazarı, gazeteci, öğretmenlik gibi pek çok kimliğiniz var. Siz, Hilmi Yavuz denilince akla ilk gelenin hangisi olmasını istersiniz?
Şâir
Neden hocam?
Çünkü bu saydıkların içerisinde ilk göz ağrım şairliktir. Yani önce şair oldum. Sonra öğretmen, sonra köşe yazarı. Sonra, sonra, sonra diğerleri…
Şiir hakkında lirik şiirden başkasını şiir olarak kabul etmem, şiir elitisttir gibi değerlendirmeleriniz var. Buradan hareketle –klasik olacak ama- sormam lazım sizin şiiriniz nerede duruyor, şiirinizin temel unsurları ve kaynakları nelerdir, şiirin anlamı ve anlaşılabilir oluşu konusunda ne düşünüyorsunuz?
Sorduğun sorunun içinde cevabı var. Ben şiirimin lirik olmasını istiyorum. Şiirimin sözcüklerle ilişkisi olmasını istiyorum. Ve dilin, sözcüklerin kuşattığı dilin dışında, başka herhangi bir şeyi göstermesini istemiyorum.
Hocanız Behçet Necatigil’in şiirinizle ilgili şöyle bir değerlendirmesi var: şiirini kültürün esansından damıttı. Acaba Behçet Necatigil’in bu ifadesi ne anlama gelmektedir. Bu sözün sizin şiiriniz ve üzerinde hassasiyetle durduğunuz şiir-gelenek ilişkisiyle bir bağlantısı var mıdır?
Hiç şüphesiz, var. Zaten Necatigil’in “kültürün esansından damıttığı” derken kastettiği şey de tabi ağırlıklı olarak bizim kültürümüzün müktesebatının ağırlıklı olarak “Doğu Şiirleri”ne kaynaklık teşkil ettiğidir. Yani geleneğin ama sadece bizim şiirimizin bizim Türk-İslam medeniyetinin müktesebatının değil, aynı zamanda batı medeniyetinin edebî müktesebatının da bir temsilcisi olmak gibi ya da onun da devamcısı olmak gibi bir misyonum olması gerekir. Ben sahih şiir derken, şiirimizin hem doğulu hem batılı, hem geleneksel hem modern olması gerektiğini savunuyorum.
Bu yüzden de bazı şairleri sahih şair saymıyorsunuz.
Saymıyorum, doğru.
“Şiirim Gibi Yaşadım” sözünüz Hilmi Yavuz’un şiirleri hayattan kopuktur tarzında yapılan değerlendirmelere bir yanıt niteliği mi taşıyor? Bu tür eleştirilere ne diyorsunuz?
Hiç şüphesiz, öyle. Çünkü ben lirik şiirin, yani lirik şiir derken sübjektif duyguları dile getiren şiiri kastediyorum. Öznel şiirlerin mutlaka bireyci olması, dolayısıyla toplumdan genel anlamda yaşamdan kopuk olması anlamına gelmeyeceğini düşünüyorum. Çünkü Adorno’nun da “Lirik Şiir ve Toplum” makalesinde belirttiği gibi sübjektif şiir aynı zamanda toplumcu bir şiir de olabilir. Ben şiirimin bu anlamda hayata ve topluma çok açık göndermeleri olmasa bile hayattan ve toplumdan hiçbir zaman kopuk olmadığını düşünüyorum.
Hocam, özellikle genç nesil sizi daha çok denemelerinizden yani düzyazılarınızdan tanıyor. Sizin şiirin biteceği yönündeki teziniz bağlamında bu konu hakkında neler söylersiniz?
Tabi, çünkü bundan 50-60 yıl öncesine göre şiir, daha çok geriye itilmiş buna karşılık düzyazı, ağırlıklı olarak roman ve hikâye çok empirik birtakım gözlemlerden yola çıkılarak söylenebileceği gibi öne çıkmıştır. Roman ve hikâye bugün Türkiye’de egemenliğini sürdürüyor. Başat bir tür olarak, roman ve hikâye ağırlık kazanmıştır. Bu da tabi şiirin 50-60 yıl öncesine göre çok daha geri itildiğini gösteriyor. Hatta şiirin de giderek düzyazısallaştığını gösteriyor. Bu elbette eğer böyle devam ederse bana öyle görünüyor ki, geleceğe ilişkin çok fazla çıkarımsamalar yapmak istemem ama şiir etkisini ve ağırlığını yitirecek.
Hocam sizin dikkat çeken bir yönünüz de polemikleriniz. “Biz Bu Dünyadan Değil miydik” adında da polemik yazılarınızı topladığınız bir kitabınız bulunuyor. Bu yönünüz, polemik anlayışınız ve polemik yapma nedenleriniz hakkında neler söylersiniz?
Şimdi ben insanlarla boşu boşuna polemik yapmıyorum. Yani benim polemiklerim demagogca yapılmış, salt polemik olsun diye yapılmış polemikler değil. Ben özellikle “Okuma Notları” kitabımda da yapmaya çalıştığım gibi yanlış ve temelsiz gördüğüm, herhangi bir biçimde temellendirildiğini düşünmediğim birtakım düşüncelere karşı çıkıyorum. Diyelim ki, birisi kalkıyor bir argüman öne sürüyor. Ama bu argümanın altını doldurmuyor. Yani, niçin böyle bir şey söylediğine ilişkin herhangi bir şey söylemiyor. Dolayısıyla ben de bu tür sözlerin birer retorik olduğunu ve temellendirilmedikçe bunun nasıl ve neden böyle bir argümana yol açtığını açık bir biçimde göstermedikçe bu yapılan işin doğru olmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla ben polemiği ancak belli bir gerçeklik tabanı üzerinden yapıyorum. Benim itiraz etmemin ve polemik yapmamın birtakım temel nedenleri var. Bir şey söylüyor adam, yanlış söylüyor. Onu düzeltmenin benim bir aydın olarak görevim olduğunu düşünüyorum.
Özellikle çeviriler konusunda
Çeviriler konusunda. Başkaları da var. Mesela Hasan Bülend Kahraman bir yazı yazıyor. Diyor ki, Orhan Veli anlamsız şiir yazmıştır. Şimdi ben bunu düzeltmemeli miyim? Yani bir aydın olarak benim Hasan Bülent Kahraman’ı okuyan, ona inanarak okuyan insanların yanılma olasılığını hesaba katarak düzeltme gibi bir misyonum olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla benim polemiklerim, böyle polemikler.
Kitap kapaklarında genellikle kitap yazarının karizmatik, düşünceli, bilgece duruşlu bazen de sert ifadeli resimleri bulunur. Siz ise bunların aksine bu resimlerin hepsinde tebessüm ediyorsunuz. Bu ifadeniz sizin hayata bakış tarzınıza dair bir ipucu niteliğinde mi? Nitekim yazılarınızda da mizah unsuru ağır basıyor ve insanların babanızın ifadesiyle cism-i camid olmasından şikâyet ediyorsunuz. Bu yönünüzle ilgili neler söylersiniz?
Enteresan bir tespit bu. Şimdi bir kere Kundera’nın bir sözü var. Aslında bunu Türkiye’ye de adapte edebiliriz. “Gülmesini bilmeyen Avrupalı olamaz.” diyor. Bizim insanımıza bakıldığında da gülmenin çok önemli bir fenomen olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. Hangi anlamda dersek, bir Nasrettin Hoca’mız var, bir İncili Çavuş’umuz var, ne bileyim Laz fıkralarımız var. Yani Türk milleti aslında mizahsever bir millettir. Bizim insanımız alaysamayı, ironiyi, şakayı haz duyarak yapan ama belli bir düzeyde haz duyarak yapan yani kaba tabirle söyleyeyim eşek şakası cinsinden şakalar değil.
Bunu da eleştiriyorsunuz hocam. Recep İvedik olsun, Muro olsun.
Gayet tabi.
Yani bir “zevk hezimeti” var.
Aynen öyle Tanpınar’ın sözüdür. Tanpınar bunu 1950’lerde söylemiş. Bugün Türkiye’de sanatların vs. nereye geldiğine bakarak, eğer konuşmak gerekseydi, Tanpınar kim bilir neler söylerdi.
İrfan Külyutmaz da toplumdaki asık suratlılığa, her şeyin ciddiye alınmasına bir tepki olarak mı doğdu?
Evet, öyle.
1996 yılından beri köşe yazarlığı yapıyorsunuz. Bu iş hakikaten de toplumu yönlendirme noktasında etkili olduğunu düşünüyor musunuz?
Köşe yazarlığının zaten en azından böyle bir misyonu var. Yani başka türlü bir düşünceyle köşe yazarlığı yapılamaz. Elbette benim yazdıklarımın bir karşılığı olması gerekir. Toplumu dönüştürmek biraz iddialı bir şey ama birtakım insanları belki bazı meseleler üzerinde daha farklı düşündürmek gibi bir durum söz konusu olabilir diye düşündüğüm için yazıyorum. Yoksa toplumu dönüştürmek gibi bir misyonum yok. Ama benim kendime göre birtakım düşüncelerim var ve bu düşüncelerimin kamuoyu tarafından bilinmesini istiyorum. Yoksa çok büyük iddialarla köşe yazarlığı yapıyor değilim.
Köşe yazılarınız muhteva olarak çok geniş bir yelpazeye sahip. Aşağı yukarı her konuda yazıyorsunuz. Ama sizin yazılarınızı tam anlamıyla anlayabilmek için belirli bir entelektüel birikime sahip olmak gerekiyor. Bu özelliğiniz sizin daha geniş kitlelerce tanınmanıza bir engel teşkil ediyor olabilir mi?
Olabilir. Buna itirazım olmaz, doğrudur. Ama ben bir şeyleri vulgarize etmek yani, halk anlasın diye basite irca etmenin aslında o söylenen şeyin muhtevasından çok şeyin kaybedilmesine neden olduğunu düşünüyorum. Bir şeyi daha geniş kitleler anlasın diye ne kadar basitleştirirseniz, o kertede söylemiş olduğunuz şeyin muhtevasından taviz vermiş olursunuz. Dolayısıyla, bir meseleyi anlatabilmek için birtakım teorik kavramları kullanmak zorundasınız. Yani Freud’u anlatacaksanız “libido” kavramına, “ego” kavramına başvurmak durumundasınız. Bu teorik kavramlar olmadan Freud’u anlatmanız mümkün değil. Eğer anlatmaya kalkarsanız dediğim gibi içerikten taviz vermiş olursunuz.
Medyada yer aldığınız diğer bir platform ise televizyon. Ne var ki ülkemizde edebiyat programları çok fazla tutulmuyor. Sizce bu durumun sebepleri nelerdir hocam?
Türkiye’de televizyonlar ağırlıklı olarak reyting ardına düşmüşlerdir. Ne kadar izleyici toplayabilirlerse o kadar çok sayıda reklam alabilmekte ve sponsor bulabilmektedirler. O kertede de kendilerini başarılı saymaktadırlar. Edebiyat programları, fikir programları reyting yapmıyor. Bizim insanımız televizyonu bir bilgilenme aracı olarak değil, eğlenme aracı olarak görüyor. Ve bunda da çok haksız değildir bana soracak olursanız. Adam sabahtan akşama kadar çalışıp yorgun argın evine gelmiş. Biraz müzik dinlesin, ne bileyim bir iki mizah programı seyretsin. Zaten edebiyat programlarını çok reyting almasın diye veya zaten çok reyting almıyor diye çok geç saatlere koyuyorlar. Geç saatlere konulan programın o meselelerle yakından ilgisi olmayan yani entelektüel ilgisi bakımından o meseleye aşina olmayanların o programı izlemesi gibi bir durum söz konusu değil. Zaten bu programlar da reyting almadıkları için televizyoncular tarafından da çok fazla rağbet görmüyorlar.  
Hocam, Naipaul’u tanıyalım adlı yazınızda şöyle bir ifadeniz var: Peki, kim bu Naipaul? Bu yazının hiçbir etkisi olmayacağını bile bile, gene de “onur konuğu'nun” kimliğini ortaya koymanın, yazar sorumluluğumun bir gereği olduğunu düşünüyorum. Burada sözünü ettiğimiz yazar sorumluluğunu aydın sorumluluğu olarak ele alırsak size göre aydın olmanın veya entelektüel olmanın sorumlulukları ve kriterleri nelerdir?
Her şeyden önce ahlaklı olmaktır. Aydın her anlamda ahlaklı olmak zorundadır. Bu aydının yaptığı işe göre değişen bir ahlakın söz konusu anlamına gelir. Bilim adamıysa bilim ahlakı, fikir adamıysa fikir ahlakıdır. Aydının, entelektüelin bir kere böyle bir ahlakî bağımlılığı vardır. Ahlaksız aydın olmaz. ahlaksız bilim adamı olmaz. Bilim ahlakına şu ya da bu biçimde ters düşecek bir yaklaşım, bir bilim adamı için çok büyük bir nakısedir. Dolayısıyla ben ahlakı birinci özellik olarak görüyorum. İkincisi aydın her kayıt ve koşulda kendi bilgisini doğru bildiği fikirler ve düşünceler adına herhangi bir biçimde kendi içinde bir sansür mekanizması oluşturmadan açık ve seçik bir biçimde dile getirmelidir. Hani Sait Faik’in bir hikayesinde vardır: çocuk gazeteci olmak için başvuruyor. Gazetenin yazı işleri müdürü nasıl bir dünya istiyorsunuz diye soruyor. Çocuk diyor ki, insanların fikirlerini korkmadan ve çekinmeden dile getirebildikleri bir dünya diye başlıyor ve anlatıyor. Aslında o bölüm gerçekten insanların değil, insanların yerine aydın sözünü koyarsanız, bir aydının nasıl bir kimlik olması gerektiği konusunda niteliklerine ilişkin ipuçlarını bulursunuz.
Hocam, son olarak, 70’li yaşlarını yaşayan birisi olarak bu tempoda çalışmak zor olmuyor mu?
Hayır, hayır. Tam tersine bütün bunların bana güç kattığını, eski tabirle beni daha cevval kıldığını düşünüyorum. Haftada üç gün Ankara’ya geliyorum. Çarşamba, Perşembe, Cuma günleri dersim var. Dersimi verdikten sonra uçakla İstanbul’a gidiyorum. Haftanın dört günü İstanbul’da kaldıktan sonra Salı akşamı veya Çarşamba sabahı Ankara’ya geliyorum. Bu tempoyu tam on yıldır sürdürüyorum ve hiçbir şikayetim yok.
Maşallah hocam.
Sağol canım. Teşekkürler…
Şiir yazmaya devam ediyor musunuz, yoksa hocanız Behçet Necatigil’in ifadesiyle yavaş yavaş şiir kontrol hapı almaya başladınız mı?
Yok ben zaten başından itibaren şiir kontrol hapı alıyordum.
Farklı bir şey yani şiir kontrol hapı.
Şiir kontrol hapı az şiir yazmaktır. Rahmetli Behçet Hoca bunu söylerken, galiba Dağlarca’yı kastediyordu. Çünkü neredeyse yüz elliye yakın şiir kitabı var adamın. Şiir kontrol hapı alsaydı eğer bu kadar çok sayıda şiir yazmazdı.
Hocam, vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim. Eyvallah.  

30 Aralık 2011 Cuma

Yenimahalle’nin yeni gözdesi: Yeni Kart

Ayşe ASI
Yenimahalle Belediyesi, daha az ödemek, kazanırken kazandırmak ve Yenimahalleliye yardım etmek amacıyla Yeni Kart Projesi’ni hayata geçirdi. Sosyal ve yardımlaşma kartı olan Yeni Kart, ihtiyacı olan ailelere dağıtılıyor ve her ay belli miktarlarda para hesaplarına yatırılıyor. Yatırılan bu parayı, ihtiyaç sahipleri diledikleri gibi kullanıyorlar. 

Yenimahalle Belediyesi, SAMPAŞ A.Ş ve Garanti Bankası ortaklığıyla gerçekleşen projeyle ihtiyaç sahibi vatandaşlar, gıda, giyim, sağlık hizmetleri gibi birçok alanda her türlü ihtiyaçlarını kendilerine sağlanan kartlarla karşılayabiliyor.
Yeni Kart’ın sadece giyim ve gıdayla sınırlı olmadığını belirten Yenimahalle Belediye Başkanı Fethi Yaşar, ihtiyacı olan ailelerin gururları kırılmadan alışveriş yapabileceklerini ve bu hizmetin insan onurunu zedelemeyecek koşullarda sürdürüleceğini söyledi. Ayrıca kartın belediye hizmetlerinde de kolaylık sağlayacağını dile getiren Yaşar, Yenimahalle’deki konser, tiyatro, gezi gibi etkinliklere öncelikli olarak Yeni Kartlı vatandaşların katılma şansına sahip olacaklarını ifade etti.
Kullanana da yardıma muhtaç vatandaşlara da kazandırıyor
Tüm işyerlerinde geçerli olup sadece anlaşmalı işyerlerinde ödül puan kazandıran Yeni Kart sahiplerinin yaptığı alışverişlerde hem kendilerinin hem de Yenimahalle sınırları içindeki ihtiyaç sahibi vatandaşların kazançlı çıktığını belirten Yaşar, “Yapılan alışverişler sonucunda ihtiyaç sahipleri için oluşturulan yardım fonunda puanlar birikiyor ve biriken bu puanlar ilk aşamada belirlenen 3000 ihtiyaç sahibinin hesabına paylaştırılacak.”dedi. İhtiyaç sahiplerinin kartlarına yatırılan bu puanları anlaşmalı iş yerlerinde kullanabileceklerini ve ne ihtiyacı varsa onu temin edebileceklerine de değinen Yaşar, ihtiyaç sahiplerinin kazandıkları bonus puanlarla emlak, ilan, reklam gibi bütün vergi kalemleri ödemelerini de yapabileceklerini söyledi.
Yenimahalle’deki hesap çarşıya uyacak
Yeni Kart sahipleri anlaşmalı iş yerlerinde indirimli alışveriş fırsatına da kavuşacak. Şimdiye kadar 400 iş yeriyle anlaşma yaptıklarını belirten Yaşar, “Vatandaşlarımız bu anlaşmalı kurum ve iş yerlerinde diledikleri gibi ve uygun fiyata alışveriş yapabilecekler” dedi.İş kollarının da çeşitli olduğunu söyleyen Yaşar, ayrıca kronik hastalığı olan Yeni Kartlı vatandaşların, engelli vatandaşların ve 65 yaş üstü yaşlıların sağlık problemlerini anlaşmalı merkezlere giderek çözebileceğini söyledi.
Ev hanımlarına veriliyor
Yeni Kart’ın çeşitli alanlarda kullanılabileceğinin altını çizen Yaşar, sözlerine şöyle devam etti:
“Yeni Kartı, Yenimahalle’de ihtiyacı olan herkese dağıtıyoruz ancak ailede tek bir kişiye teslim ediyoruz o da evin hanımı oluyor. Çünkü onlar evlerinin eksiklerini diğer aile bireylerinden çok daha iyi biliyorlar.” 

27 Aralık 2011 Salı

Tamir etmek zordur, yırtmak kolaydır

Ufuk EKMEKÇİ

Uğruna bir ömür adanmış meslekler vardır. Bu meslekler babadan oğula geçen krallık gibi kutsal değer taşıyormuşçasına insan hayatının en üst köşesinde yer alır. Mehmet Keskinoğlu da 42 yılını mesleğine adamış bir ayakkabı tamir ustası... Mehmet Keskinoğlu evli ve üç çocuk babası. Üç de torunu var. Mehmet Bey 54 yaşında ve 12 yaşından beri ayakkabı tamirciliği yapıyor.

Mehmet Bey bu mesleği seçmenizdeki sebep neydi?
Ben bu mesleği rahmetli babamdan öğrendim. Babam ben küçükken beni evimizin iki sokak aşağıda caddedeki dükkanımıza götürmüştü. Daha dün gibi hatırlıyorum 7 yaşımdaydım ama hala hatırlıyorum o dükkanı… Babamın dikiş makinasını, burnuma tiner kokusu gibi gelen yapıştırıcıyı, deri kokusunu falan... Babam elleri temiz gelmeye çalışırdı akşamları. Boya rengi kalmasın veyahut deri kokmasın diye dikkat ederdi. Ben de hep babam gibi yaşamayı istedim. Bu yüzden baba yadigarı bu mesleğe devam ediyorum.
Yırtık ayakkabılarını insanlar size ne sıklıkla getiriyor?
Önceleri ikinci bir ayakkabı almaya durumu olmayan insanlar ayakkabıları yırtıldıkça eskidikçe bana getirir benden şunu şunu yapmamı isterdi. Şimdi artık yırtık eski püskü ayakkabılarını çöpe atıyor. Çünkü yaptırmaya gerek duymuyor. Yenisini alıyor. Ayakkabıyı yaptıracağıma yenisini alırım aşağı yukarı ikisi de aynı paraya gelecek diyor. Hatta ben buna çok para verdim ama bir hayrını göremedim deyip yaptırıp bir daha yırtılacağına yenisini alırım diyenler bile var.
Buna sebep olan şeyler nedir sizce? Ayakkabıların eskiye nazaran daha ucuz olması mı birden fazla ayakkabı alma hevesi mi?
Tabi ki  tabi ki. Ayakkabı kültürü vardı önceden mesela bir ayakkabı alan insan onu bana getirir boyatır. Dedim ya şimdi ayakkabısının bakımını kendi yapıyor. Ayakkabı mağazalarında satılan ayakkabı bakım ürünleri bende bile yok. Geçen duydum bu su geçirmesin diye nano teknoloji koruma mı ne varmış ondan alıyorlar ki ayakkabı sudan dolayı tahrip olmasın, daha uzun süre kullanılsın diye önem verenler de var.
Uzun zamandır bu mesleği yaptığınızı söylediniz. Bu işi severek mi yapıyorsunuz?
Mesleğimi çok seviyorum. Yaş gelmiş bak 54’e... Ekmek teknem burası benim. Müşterimin memnuniyeti çok önemli. Önceden bir keresinde usanmıştım bu işi yapıyorum, ama sonu yok hep aynı şeyleri yapıyorum dediğim zaman aklıma hep babamın bana, “Sabır acıdır ama meyvesi tatlıdır“ deyişi gelmişti. Bu işi yaparken özveriyle beceriyi üst üste getirdin mi bu işi hakkıyla yerine getirirsin. Çoğu insan da böyle yapar emin ol. Bir keresinde hiç unutmam bir ayakkabı getirdi müşterim, ayakkabıyı yeni almış çocuğuna okullar başlamadan önce. Ayakkabı sağlam olsun diye tabanın yan kısmından dikiş attırmak istedi. Çocuk top oynarsa yırtılmasın diye. Ayakkabıyı yaptım verdim ama adam beğenmedi, şimdi dikişi söksem izi kalır ayakkabı kötü olur. Ben de ayakkabıya benzer bir ayakkabı yaptırdım arkadaşın atölyesinde. Verdim bunu müşteriye çok beğendi, yeni ayakkabı fiyatı verdi ama almadım parasını. Bu işlerde bazen paranın bir önemi olmaz. Müşteri bana bir kez daha gelsin diye onu memnun etmeliyim, yoksa esnaf demezler adama. Zanaatçı insan çok fazla para kaygısıyla hareket etmemeli.
Ayakkabı satacağınız bir mağaza ya da bir dükkan açtığınız oldu mu?
Bir keresinde Keçiören’de bir dükkan açtım. Tanıdıklarımın imalatından ayakkabıları alıyordum. İşlerim güzel gidiyordu. Ailevi bir nedenden dolayı, benim hanım hastalandı dükkanı satmak zorunda kaldım. Kısmet işte… Ne kadar istesen de Allah’tan hayırlısını dileyeceksin. Ben o gün bugündür bir şeyi isteyeceksem önce hayırlısını dilerim.
Çin malı ayakkabılar sizce piyasayı çok etkiledi mi?
Etkilemez olur mu. Tanıdığım çok arkadaşım bu işi bırakıp fabrikalara yöneldi ve dükkanlarını kapattı. Her işverenin olduğu gibi bizim de kiramız elektriğimiz suyumuz faturamız var. Giderimizi karşılamıyorsa zarar ediyorsak ister istemez o noktaya geliyoruz. İlk burası yapıldığında ben bu dükkanı satın almıştım. O yüzden kira derdim yoktu. Çin mallarına gelince, piyasada el emeği ayakkabı diye bir şey kalmadı. Ayakkabı 10 lira mesela. İncecik bir deri var, topuğu desen çok kalitesiz bir ağaçtan ya da köselesi kağıt gibi. Şimdi bu ayakkabı ne kadar dayanır ki, en fazla 5 ay 6 ay… Ayakkabı delindi mi altından bana getirmez gider 10 liraya bir tane daha alır. Bir senede kaç defa ayakkabı alır. Devlet bunlara vergiyi sanırsam yeni koydu. Kota uygulaması yapana kadar çoktan bu işi bırakıp giden oldu, o zaman çıksaydı bizim mesleğin onuru yaşardı ölmezdi.
Zanaat işi olduğunu söylediniz ayakkabıyı tamir etmek… Bu işin sırrı sizce nedir? Tamir yapmak zor iştir değil mi?
Zor olmasına zor da her işte olduğu gibi bu işte de sabır çok önemli. Saat verdiysem bir müşterime onu o saatte hazır etmem gerek. Öteki türlü olmaz, yani acele edip bir hata olursa sorumluluğu muhakkak bende olacaktır. Titiz olmalısınız, çünkü özenle tamir ettiğinizde başka biri gördüğü zaman bu ayakkabının tamir olup olmadığını farketmemeli. Bu mesleği yapanlara bir bak, hepsinde gözlük görürsün. Göz itinası ister ayakkabıyı tamir etmek. Demem o ki tamir etmek zordur, Yırtmak kolaydır.
Bu mesleği evladınıza bırakmak ister miydiniz?
Benim bir oğlum evli. O da bana çekmiş. Ama o babasından daha akıllı (gülüşmeler)… Ayakkabının hem imalatını yapıyor hem de atölyesinde kendi yaptığı ayakkabının bir yıl garantisini veriyor. Bunu söylemeyi unuttum bak. Şimdiki ayakkabı satan mağazalar yırtılan, boyası solan, dikişi sökülen ayakkabılarını fabrika hatası diye geri veriyor. Çünkü adamlar bir ayakkabıyı 10 liraya yapıyor sonra 100 liraya satıyor. Bu ayakkabıdan ne kadar kar ediyor, var sen düşün. Bu markalar müşteriyi memnun etmek için de geri çevirmek istemiyor. Veriyor ayakkabıyı müşteri belirli bir zamana kadar cevap bekliyor firmadan. Biz öyle bir şey yapsak açık söylüyorum aç kalırız. Aç kalırsak da hanım beni boşar (gülüşmeler). Demem o ki ayakkabı tamiri görünürde kolay iştir. Ama ben yıllarını veren Mehmet olarak bu işten hep keyif aldım. Bu dört duvar arasında kalsam da çok şey öğrendim bu hayattan. Huzurluyum çok şükür.
Teşekkür ederim Mehmet Bey.
Bir işe yaradıysam ne mutlu bana… 

26 Aralık 2011 Pazartesi

Çocukların dilinden “çalışmak”

Bedirhan ÖZYİĞİT

Ankara’da hemen hemen her dükkânda, büfede, kafede, çalışan çocuklarla karşılaşmak mümkün. Kimi çocuğu, elinde saç fırçasıyla kuaförde görürken, kimini de servise çıkmışken görüyorsunuz. Kimisi ise küçücük elleriyle soğukta mızıkasına üflerken çıkıyor karşınıza. Hepsinin de amacı, çalışıp para kazanmak. Onlar eğitim haklarını kullanamayan çocuklar, ama kardeşlerini okutabildikleri için mutlular.
Çalışan çocuklarla Kızılay, Kolej, Sıhhıye, Ulus ve birçok semtte karşılaşmak mümkün. Onlar, geçimlerini sağlamak amacıyla eğitimlerine son vererek çalışma hayatına atılıyorlar. Kolej’de bir erkek kuaföründe çırak olarak çalışan Deniz Yağmur, 16 yaşında olduğunu ve ortaokuldan sonra okula gitmediğini söylüyor. Yağmur, “Derslerim iyi değildi ve okumayı sevmiyordum en kısa yoldan meslek sahibi olmak için ortaokuldan sonra liseye gitmedim” dedi. Erkek kuaförü olmak istediğini belirten kuaför adayı Yağmur, çıraklık okuluna gittiğini söyleyerek ilerde kendi kuaför dükkânını açacağını ifade etti. Üç sene çıraklık eğitimi alacağını anlatan Yağmur, “Askere gidip geldikten sonra, sırada ustalık eğitimimi almak var. Ondan sonra ver elini kuaför dükkânı” diye konuştu.

"Önceden belliydi benim okumayacağım"
Okumak istemediği için ortaokuldan ayrılıp çıraklığı tercih ettiğini ve ailesinin kendisini bu konuda desteklediğini anlatan Yağmur, sözlerine şöyle devam etti:
"Perşembenin geleceği çarşambadan bellidir. Benim okumayacağım önceden belliydi. Derslerim iyi değildi. Ailem benim bu durumumun farkındaydı. Bu yüzden okula devam etmem için beni zorlamadılar. Ben de sevdiğim, yapmaktan zevk aldığım bu mesleği tercih ettim. Okuyan da geziyor, okumayan da, en iyisi en kısa yoldan meslek sahibi olmak dedim ve yola çıktım.”
Günlük işe göre bahşiş aldığını söyleyen Yağmur, günlük kazancının ortalama 20-25 lira arasında değiştiğini anlattı. Yağmur, çalışmaktan keyif aldığını yaptığı işlerdeki çabukluğuyla ve pratikliğiyle de gösterdi.

"Hayat güzel, hayat devam ediyor"
Uğur Özel de 16 yaşında ve okumayı sevmeyen bir çalışan. Özel, paket servise çıkıyor. Lise birinci sınıfa geçtiğinde okulu neden bıraktığını şu sözleriyle dile getiriyor Özel, "Okul hevesim yoktu, o yüzden lise birde okulu bıraktım." Özel'in açık lise okuyarak eğitimini sürdüreceğini öğrenince liseden sonra ne yapmak istediğini soruyoruz. Şöyle yanıt veriyor Özel:
"Şu an ne yapmak istediğimi bilmiyorum ama farklı bir iş koluna yönelebilirim. Hayat güzel ve çalışarak da güzel oluyor hayat. Okulu bıraktığım için bana okula devam et diyenim çok. Ailem bana okula yeniden başla diyor, ama ben açıktan okumayı tercih ettim. Okul olmadan da yaşanıyor ve hayat böyle güzel."
Özel, iki kardeşinin olduğunu ve onları okuttuğunu da anlatıyor. Özel, kardeşlerinin kırtasiye ihtiyaçlarını karşıladığını gururla ifade ediyor.
"Okumayı sevmediğim için tercihim çalışmaktan yana"
Aynı iş yerinde paket servise çıkan bir diğer çalışan da 16 yaşındaki Yasin Kışlalıoğlu. Kışlalıoğlu da iş arkadaşı Uğur Özel gibi okula gitmeyen çalışanlardan. "Okumayı sevmediğim için ortaokuldan sonra liseye başlamadım" diyor Kışlalıoğlu. Çalışmaya ihtiyacı olduğu için değil, okumayı sevmediği için ve para kazanmak istediği için çalışan Kışlalıoğlu’na ailesi okula devam etmesi için ısrar etmiş, ancak onun çalışma isteği bu ısrarlardan üstün gelmiş. Dört kardeş olduklarını ve kardeşlerinden birinin okula gittiğini belirten Kışlalıoğlu da Uğur Özel gibi kardeşinin okul ihtiyaçlarını karşılıyor. Küçük yaşta kardeşinin ihtiyaçlarını karşılamak Kışlalıoğlu'nun da hoşuna gidiyor ve çalışmanın bu güzelliğini gözlerinin içi gülerek anlatıyor. Kardeşini mutlu etmek, Kışlalıoğlu'nu da sevindiriyor. Çalışmak okumaktan daha kolay diyen Kışlalıoğlu, büyüyünce paket servisi işine devam edeceğini söylüyor.

Bir okul sevdalısı
Okuldan ayrıldığı için yaşıtları gibi mutlu olduğunu söyleyemiyor, "iyi ki okumadım" "hayat böyle güzel" diyemiyor Mehmet Söğüt. O, okuyamamanın hüznünü o kadar içten yaşıyor ki "Doktor olmayı çok isterdim,  çok" derkenki hüznü sözlerine yansıyor. Mehmet Söğüt,  Sıhhıye’de bir çayocağında çalışıyor ve 16 yaşında. Altıncı sınıfta babası vefat eden Söğüt, ailesinin maddi durumu iyi olmadığı için çalışma hayatına erkenden atılmak zorunda kalmış. Dört kardeş olduklarını söyleyen Söğüt, "Benden büyük ağabeyim ve ben çalışıyoruz. Diğer erkek kardeşim okula gitmiyor, çalışmıyor da. Sadece kız kardeşim okuyor" dedi. Kız kardeşini okuttuğu için çok mutlu olduğunu anlatan Söğüt, "Babam, vefat etmeden önce kız kardeşimi okutmamızı istedi. Babama söz verdim ve verdiğim sözü yerine getiriyorum. Kardeşimi okuttuğum için, onun ihtiyaçlarını karşılayabildiğim için çok mutluyum. Ben O’na her şeyimi veririm, her şekilde yardımcı olurum” diye konuştu.  
"Okusaydım da adam olsaydım"
Okumayı o kadar çok istiyor ki Söğüt, bu isteğini şu sözleriyle ifade ediyor:
"Keşke okuyabilseydim de adam olsaydım, bir mesleğim olsaydı. Şimdi ben niçin burada olayım ki? Okumak gibisi yok. Okumak, okumak ve yine okumak. Okusaydım bu dünyada her şey benim olacaktı."
"Doktor olmak için hala ümidim var"
Söğüt, arkadaşlarına "ben okuyamadım pişmanım sen oku" çağrısında bulunuyor. Söğüt, Şimdi okula giden ama hevesli olmayan arkadaşlarıma nasihat ettiğini söylüyor. "Ben okuldan ayrılmak zorunda kaldım, aman sakın, siz siz olun okulun kıymetini bilin" diyen Söğüt, açık lise okumayı düşünüyor ve bunu çok istediğini anlatıyor. Söğüt, doktor olmak için "Benim hala ümidim var" diyor.

23 Aralık 2011 Cuma

Kuru: ‘Gerçek kavramının kayıp olduğu dönemdeyiz ’’

Araştırmacı-yazar Serdar Kuru, pek çok konunun derinlemesine araştırılmadığını şöyle anlatıyor:
“Son derece basit ve bilinen bir gerçek olarak kabul edilen meselelerde bile çeşitli kaynaklardan derinlemesine araştırma yaptığınız zaman aslında karşınızdakinin sahte bir tablo olduğunu anlıyorsunuz, aynen bir yağlıboya tablosunun üzerindeki resmin çeşitli kimyasallarla çıkartıldıktan sonra altından bambaşka bir resmin çıkması gibi.”
Kübra GÜNAY
Serdar Kuru,  1975 yılında İstanbul’ da doğdu. İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Amerikan Kültür ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. 2003 yılında İnternet açık kaynak araştırmalarına dayanan yazılar yazmaya başladı. Ağırlıklı olarak istihbarat ve dış politika konularında yazan Serdar Kuru’nun  Top Secret Yazılar  ve Türkiye Dönüştürülürken adlı iki kitabı var. Kuru’nun makaleleri internette yüzlerce sitede yayınlandı, ayrıca Ortadoğu , Milli gazete, Zaman, Aydınlık, Tempo gibi ulusal yayın organlarında yer aldı. Kuru, aynı zamanda Geleneksel Japon Sanatı Daito Ryu Aikijujutsu eğitmeni. Kuru, 2007’den beri Ege Üniversitesi Rektörlüğü Dış ilişkiler ve Avrupa Birliği Şubesinde Erasmus Programı Uzmanlığı yapıyor.  
Serdar Kuru nasıl biridir?
Merak duygusunu kaybetmemeye çalışan, türlü negatifliğe rağmen gene de sonu iyi bitecek büyük bir ilahi senaryo olduğuna inanan, öğrenmek ve öğrendiklerini aktarmaktan çok büyük zevk alan ve en önemlisi dünyaya çöken karanlığın sebebi siyah perdeleri ortalığa seren ellerin ister istemez etrafa saçtıkları ve kimliklerini açık eden bilgi kırıntılarının koleksiyonunu tutmaya bayılan ve tüm bunları Allah’ın özel bir hikmetle kendisine verdiğini bilen biri.
Yazılarınızı yazmadan önce neler yaptınız, sizi yazmaya götüren süreç ne idi?
Boşluk, bir dönem yaşanan kimlik bunalımı, bildiklerinin ve öğrendiklerinin kendisini yazarak bunları paylaşmaya zorlaması, gördüğü kötü gidişatın engellenmesinde belki de yazdığı kırıntıların bir şekilde faydalı olur düşüncesi ve tabi yazdıklarının diğer insanlar üzerindeki etkisinin insana verdiği zevk.
Türkiye’de bildiğim kadarıyla ilk açık kaynağa dayalı yazarlık yapan kişisiniz. Bir dönem oldukça popüler olan yazılar yazdınız ve bunlar çeşitli gazete ve dergilerde de yer aldı. Genelde komplo teorisi olarak nitelendirilen yazılar yazıyordunuz, neden başka bir tür değil de bu tür yazılar yazmayı tercih ettiniz?
Özellikle komplo teorisi olarak yazmadım tabi ki, İnternetin kaynaklara ve arşivlere ulaşma hızını artırmasıyla pek çok konunun derinlemesine araştırılmadığını ve araştırıldığı zaman insanlara sunulan resimden çok daha farklı bir resmin ortaya çıktığını fark ettim. Son derece basit ve bilinen bir gerçek olarak kabul edilen meselelerde bile çeşitli kaynaklardan derinlemesine araştırma yaptığınız zaman aslında karşınızdakinin sahte bir tablo olduğunu anlıyorsunuz, aynen bir yağlıboya tablosunun üzerindeki resmin çeşitli kimyasallarla çıkartıldıktan sonra altından bambaşka bir resmin çıkması gibi. Bu tabi beni çok heyecanlandırdı ve bunları paylaşma isteği doğurdu, fakat insanlar olayların görünen yüzüne alışık olduğu için bunların altında bambaşka şeyler var dediğiniz zaman otomatik olarak isminiz komplo teoricisi oluyor. Yazdığınız şeylere kaynak gösterseniz bile gene de size takılan kılıftan kurtulamıyorsunuz.
Yazdıklarınız yüzünden başınız derde girdi mi, tepkilerden nasıl etkilendiniz?
Tabi yazılanlar kurulu düzene ve insanları ufak karıncalar gibi algılayan sisteme ters geldiği için çeşitli düşmanlıklar edindik. Bunlar sırasıyla yazılar yüzünden maskeleri ve oyunları açığa çıkan kişi ve kurumlar olabildiği gibi inandığı ve gerçek bildiği şeylerin ‘yalan’ olduğunu bilmek ve düşünmek istemeyenlerden gelen tepkilerde oluyordu. Anti-semitist değilim ve hiç olmadım ama araştırdığım konuların altında hep belli bir kesimden insanların varlığını bulmam benim suçum değildi, ben dünyada adı konulmamış bir kast sisteminden ve doğuştan seçilmişlerden bahsettim, bunu da çeşitli şekillerde ispatladım. Örnek olarak eğer bir kişinin ismi birbiriyle alakasız yerler ve zamanlarda hep karşınıza çıkıyorsa artık bunu ortaya koymak araştırmacının görevidir. Bunu kesinlikle o kişi ve kişilerin inançlarına karşı değil sadece yaptıkları eylemlere tavır olarak yapıyordum.
Yazmayı neden bıraktınız?
Yazıyı bırakmam aşamalı oldu, ama temel olarak artık yazdıklarımın fayda getirmediğine karar vermem, çeşitli kesimlerden gelen psikolojik baskının çok artması, maddi olarak yaşadığım çeşitli sıkıntıların yazı için gerekli kafa yapısını engellemeye başlaması ve en önemlisi uğruna mücadele verdiğim değerleri desteklediğini söyleyen insanların aslında tamamen bambaşka amaçları olduğunu anlamam ve son olarak benim kötü olarak gördüğüm sistemin belli bir hikmetle yaratıldığını hissetmem, kafamdaki bir şartel iniverdi ve yazı beni terk etti diyeyim.
Ülkemizin ve dünyamızın bugünkü durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ülkemiz ve dünyamız çok özel zamanlardan geçiyor, çok ağır ve zorlu bir imtihan dönemindeyiz. Psikolojik harp artık devletler arası boyuttan kişilerin günlük hayatına girdi, şuanda GERÇEK kavramının kayıp olduğu dönemlerdeyiz. İYİLERİN sustuğu ve KÖTÜLERİN gemi azıya aldığı, ŞEYTANIN kazandım diye bağırdığı bir dönemdeyiz, ama her zerre Allah’ın kontrolündedir perde her an inebilir ve yepyeni bir dekorlu sahneyle karşılaşabiliriz.
Geleceğe dair öngörüleriniz nelerdir? Sizce her şeye rağmen insanlık kendini kurtarabilecek midir? Yolları nelerdir?
Kahin değilim, ama inançlı biri olarak ‘’Allah kafirler istemese bile Nurunu tamamlayacaktır’’ sözüne inanıyorum. Geleceğe dair öngörüler için önce elimizde GERÇEK bilgilerin olması lazım ki şu an bu son derece karanlık derinliklerde gizlenmiş durumda, insanlık kendini kurtaramaz fakat insanlık denilen güruh içinde kalmış oldukça az sayıda İNSAN için ümitliyim.

22 Aralık 2011 Perşembe

To be loved or to love?

by Daria ZACHAROVA

Love. One word, four letters, millions of interpretations. All of us search for it. Even those who deny it still have a sparkling hope deep inside to meet somebody special.
Why do we need it?
Is it just chemistry inside our heads?
Or it’s really some kind of magical process in our hearts?
There are always many questions about love. Rhetorical and thereby silly ones. We know it, but we are still trying to get answers on them.
For me, the most essential question about love is this one. What is better – to be loved or to love? In a greater degree. Here your narcissism and self-sacrifice meet in a battle. Have you ever reflected about who’s going to be a winner in your case?
On one hand, well, let’s speak frankly. Is there a person on this Earth who doesn’t like being treated as if he was a rare extinct species of Thailand panda? With tenderness, care and balanced nourishment brought just to your bed. Getting presents for any tiny occasion, being called “pumpkin” or “diamond” without any reason, just for what you are. Now put your hand on screen of your laptop with your opened facebook profile page. Repeat. “I”. “Never”. “Wanted”. “To”. “Be”. “Loved”.”To”. “Such”. “Crazy”. “Extent”. Your profile deleted! Frightened? Be fair to yourself. You did. He did. She did. Jim Carey did. And Opra did. Even Snoop Dog did. It’s something which is probably inside our genes. It’s natural thing. All people are egoists. We all dream to be loved.
On the other hand, and that’s the thing I’ve been thinking about for last several months, it’s getting after some (actually, short) period of time. Last relationships I had were like this. They were holding on him, not on me. He was the one, who was in the same time the turtle and three elephants, holding our planet. In the beginning I was happy. Finally, somebody who is listening to me. Not only listening, even considering my wishes. Every wish - can you believe it? We were spending nice time together. Mainly cause it was always my idea. And you know what? I got bored. I became spoilt as a small child, who is getting every of the toy he wants. “That doll? Ok, my love. Railway? No problem, dear. Swimming pool? Here you go, sweetie”. I can’t say I was doing anything special for him. I was only being myself. Envy? Really, don’t. After these relationships I’m dreaming to find somebody to take care of. Stroke his head and prepare his favourite chilli.
I want to fall in love. And I even don’t care if this love is reverse. I just want to feel happy only because he smiled at me. I want to dream about somebody. The problem is there’s nobody suitable around me. Happy lesbians.
Approaching to the logical finish of my reflection, I have to say something you’ve probably been waiting for through all the article. Of course, best love is both side. I guess. It’s ideal. It equal. It’s fair. But does it exist? In my memory there’s no example of such love (lets except Hollywood movies). Somebody is always more crazy about another one. Let me know if you know such couple, because I’m starting to be critical about such love. But for now I still want to believe in one phrase from “Moulin Rouge” movie - “The greatest thing you’ll ever learn is just to love... and be loved in return”... I want to learn it. I swear I’m going to be assiduous student. 

20 Aralık 2011 Salı

I’M THE CANVAS FOR MYSELF

by Volha  BABAIKA


The well-known phrase - “sex, drugs and rock-n-roll” hasn’t actual yet. Instead of this phrase another one is becoming popular now – “tattoos, piercing and crazy hair-styles”.


The new tendency is grasping our modern world at present. This modernity consists of the idea to be stand out, unique, sexy and creative.
People - like the live showpieces. People – like the parts of live performers. People – like the parts of the contemporary art.
So, the main question is: are such people the victims of this new tendency or the heroes, who have enough power to transform their body to a real canvas?
In most cases juvenile people try to imitate their idols, try to be fashionable and stylish. Because of that, he or she collects money and goes to the tattoo salon.
It’s a hotheadedly step in the name of popularity and for not to be a loser in the company, school, university, clubs, etc.
But there is another person. He or she really wants to create something original on their body. And this “originality” is prepared on his or her own or at least has a great sense or meaning.
Such people fully understand the responsibility and eternity of made tattoo.
The common thing of these examples is still normal – everybody wants to be more beautiful. What is the beauty for you: the clearness and naturalness of your body or the body-canvas?
The choice, condemnation or encouragement depends on you.

Şikayetim var!

Ayşe ASI
Ankara’da öğrenci olmak gerçekten zor. Türkiye’de yaşam koşulları zaten zor. Hele ki her şeyin el yaktığı bir şehirde öğrenciyseniz, kiraların, doğal gazların cep yaktığı bir şehirdeyseniz işiniz gerçekten zor. Bunlar yetmezmiş gibi bir de paso krizimiz var. Her yıl 24 TL’lik paso alma zorunluluğuna mı yanalım, yoksa indirimli biletin 1.35 olduğuna mı yanalım?
Ankara Büyükşehir Belediyesi her yıl öğrencilere 24 TL’lik paso almayı dayatıyor. Bunun sebebini henüz hiç birimiz anlamış değiliz. Demek ki öğrenciliğimizi, cebimizdeki öğrenci kimlik kartlarımız değil de belediyenin her yıl zorunlu tuttuğu, kimlik kartlarının üzerine yapıştırılan ufacık bir bandrol belgeliyor. Üstelik bu bandrol sabit bir miktar değil her yıl 3-5 TL’lik artışlarla karşımıza çıkıyor. Pasoyu satın almadığınız zaman da iki kez basmak zorunda kalıyorsunuz. Hatta otobüsten indiriliyorsunuz! Hadi zor bela pasoyu aldınız diyelim. En fazla birkaç hafta pasonuz nerde diye sorarlar fakat ondan sonra kimse size “pasonuz?” diye sormaz. Bu sıkı denetim yetmezmiş gibi metrolarda giriş turnikelerini de tam ve indirimli olarak ayırmışlar. Turnikelerin karşı tarafında ise pasonuzu soracak güler yüzlü, sevecen mi sevecen bir güvenlik görevlisi bekler sizi.
Neyse bunu bir kenara atıp bir diğer soruna değinelim. Ankara, başkent olmanın yanı sıra aynı zamanda da öğrencinin başkenti olma özelliğini taşıyor bence. Bildiğiniz gibi Ankara, üniversitelerin yoğun olduğu bir şehrimiz. Bunu göz önünde bulundurarak, Belediye Başkanı Gökçek’ten indirimli biletlerin öğrenci bütçelerine daha uygun olmasını istemek çok da abes olmaz sanırım. Bugün Türkiye’de birçok şehirde öğrencinin kullandığı indirimli biletler 1 TL’nin altındadır. Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin bunun farkında olduğunu düşünüyorum, fakat bu ısrarını da anlamış değilim.
Öğrencinin göz ardı edildiği, arka plana atıldığı bir şehirde öğrenci olmaktan gurur duyuyorum (!) Kısacası Ankara’daki öğrenciler ne halleri varsa onu görmekle meşguller!!

19 Aralık 2011 Pazartesi

Let’s stay friends!

by Tatsiana YANUTSEVİCH

Ex-boyfriend is like a suitcase without a handle – you don’t want to throw it away but to carry it all the time is also very uncomfortable. Nevertheless, each of us says sacramental phrase “let’s stay friends” at least ones. But maybe it is better not to say it and live a life with light baggage?

Perhaps, the driving force of the desire to clasp ex-boyfriend in your arms is another desire to put a comma, but not a dot in your relationships with him. But even if your divorce was an ideal one, which means that you do not break any dish or do not spill any bad word over his head, usually you won’t have happy end. Let’s face reality – in general all your attempts to save good relations like being friends finish with collapse.
My life experience shows that there are only two scenarios of the continuance of being in the relations with your “ex”. First one is extremely short – you just say the epic phrase “let’s stay friends” and your former lover, with whom a second ago you had a mutual friends, “your” special places and lovely one-for-both souvenir cup from your last romantic trip just stay behind the door, which he shut with a bang. It means that you injure his men’s pride and now he will never speak with you anymore – so offended he is. Of course, it goes without saying that this “silence game” has a range of exceptions like mid-night calls (or even visits), or “dunked-messages” to you. But these actions have their date of expiry – if you do not give him the second chance he will totally disappear from your life in a few mouths.
The second developmental variation seems quite positive in comparison with the first one – probably, you will have a long conversation after above-said phrase and then you will come to the decision not to ruin all that was between you and stay real friends. Nevertheless all this is not more than illusion.
As an example, when the last time I was trying to stay friends with my ex-boyfriend and invited him for the promenade he was still trying to turn all our topics to our relations. And believe me that it was not like lovely memories from our former life. All my impressions from that nostalgic evening were spoiled by his severe remarks that not everything was so sweet and romantic. While I pathetically remembered about our first date when we went together to the blues concert and than drank wine and talked about some senseless but cute thing he just reminded me that the music was so loud, the wine was bad and our conversation was so stupid. Eventually, I faced with the same situation as in the first scenario – he was still offended and his men’s self-esteem was still blooding.
So, I don’t believe in “blood-less” endings of the relations. Because devours is like a hurt, and all your further efforts to stay friends will be like rubbing salt into wounds. I fully believe that friendship is like betrayal of love. It’s impossible to devolve to the hand shake, friendly pokes and simple “what’s up?” when you suddenly meet each other at university when some times ago you were burning with desire to each other. So if you really decide to finish your relations with somebody (but think more then twice before) do not try to put a comma but just be brave for confident and final dot. 

BANAZ'DAN ANKARA’YA UZUN İNCE BİR YOL

Seçil ÖCAL
Özdemir: “Âşık Veysel’i bile bilmiyordum, ama müzik içimdeydi, bunu hissediyordum.”
Uşak’ın Banaz ilçesinde doğup önce dünya ülkelerinde ve şu anda da Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde kontrbas çalan Şakir Özdemir'in müzik serüveni... 


Müzikle tanışmanız nasıl oldu?
Benim müzikle tanışmam her Türk genci gibi düğünlerde oluyor. Çocukluğuma dair aklımdan çıkmayan şey düğünlerde sadece sazcıların yanında dururdum. Tabi ki o yaşlarda insan bilmiyor kendisini neyin çektiğini ve bir kasabada kimse sizin müziğe kabiliyetiniz olduğunu düşünüp sizi yönlendirmiyor.
Peki, müzik hayatına nasıl başladınız?
Ortaokul zamanında hocalarımın ve müzik aktivitelerinin etkisiyle müzik dünyası çekti beni. Bir gün bir afiş gördüm; “Güzel Sanatlar Lisesi müzik öğretmenliği için sınav yapacak ve 24 kişi alacak” diye. O an ki mutluluğumu hala unutamıyorum. O yıllarda Ankara,  İstanbul, Mersin, Eskişehir ve İzmir'de vardı Güzel Sanatlar Lisesi. Aynı senede 11 dersin 9'undan kalmıştım. O zamanki müdürümüze "Ben bu sınava katılmak istiyorum” dedim. O da bana "O sınava zeki insanlar katılıyor." dedi. O müdürle yıllar sonra karşılaştım ve beni odasında ağırladı. Babama gittim ve durumu anlattım. Bana başvuru formu vermediklerini söyledim. Babam da göndermeyi düşünmemişti aslında ama ablam destek oldu ve gitmem gerektiğini söyledi.
Peki bu sınava kadar müziğin hayatınızdaki yeri neydi?
Düğünlerde keman ve darbuka çalıyordum. O dönem müzik nerdeyse biz ordaydık.
Sınava nasıl girdiniz?
Eskişehir'de girdim sınava ve hiç unutmuyorum okulun bahçesinde giymiştim takım elbisemi. Hayatımda ilk defa Banaz'ın dışına çıkmıştım ve büyükşehirde insanlar bize göre çok lükstü. Uzun İnce Bir Yoldayım eserini çaldım ve bu eserle başladı aslında müzik hayatım. Sınavda hocam "Bu eser kimindir?" dedi ve ben "Çok özür dilerim ama bilmiyorum hocam" dedim. Hocam da "Âşık Veysel değil mi yavrucuğum" dedi. Âşık Veysel’i bile bilmiyordum ama müzik içimdeydi bunu hissediyordum.
Kontrbası seçmenizde özel bir neden var mıydı?
Güzel Sanatlar Lise'sinde öğrencileri ağız, diş, parmak, el yapısına göre enstrümanlara ayırıyorlar.10 kişilik bir jüri vardı ve bana sordular "Ne çalmak istersin" diye. Kırsal kesimden gelmişim; "saz, darbuka,org ve bir de kemanı biliyorum" dedim. Sana kemana benzer bir şey vereceğiz" dediler.
Kontrbası ilk gördüğünüzde ne hissettiniz?
Gerçekten korktum. İnsan bilmediği şeyden korkar ya bu korkumun sebebi buydu. Kullanmaya başlayınca o kadar da korkunç olmadığını gördüm.
Lise hayatından sonra yolunuzu nasıl çizdiniz?
Güzel Sanatlarda ikinci senemde “Ben buradan ayrılınca ne yapacağım?” diye düşünüyordum. Bilkent Üniversitesi’ne yatay geçiş yapan bir arkadaşımla konuştum ve o bana yol gösterdi; ”Güzel Sanatlar da okuyanlara böyle bir şans tanıyorlar” dedi. Fakat bana eğitimimin yetersiz olduğunu söyleyip lise 3’e geçmem gerekirken lise 1 den başlayacağımı söylediler. Bunu babama söylediğimde babam “1-2 yılın insan hayatında önemi çok fazla değil ve bu bir kayıp da değil hiç düşünme geç” dedi. Babamın bu sözleri bana cesaret verdi ve çok mutlu etti.
Bilkent’teki öğrenciliğiniz nasıldı?
Bilkent gibi her açıdan mükemmel bir üniversitede okuyacağımı düşünmek bile çok heyecan vericiydi. Bilkent Senfoni Orkestrasında kontrbas açığı vardı ve beni çağırdılar. Bu benim için çok büyük bir avantajdı. BSO’da farklı şeflerle çalıştım ve bu şefler farklı ülkelerden geliyorlardı. Eğitimimin bitmesine yakın zamanlarda yüksek lisansımı Bilkent’te yapmam için teklifler gelmişti. Hatta size yurtdışına açılmamda etkili olan bir anekdot anlatayım.
Mezun olacağım sene İsviçreli Karl Anton Rickenbacher BSO’ya şef olarak geldi. Bir gün Şef  Rickenbaher Beethoven’ın 4. senfonisinin provasını yaptırırken senfonin 4. bölümünde kontrbasçıların zorlandığı bir pasajda kızdı ve  beğenmediğini söyledi. Beni işaret etti, “Siz çalar mısınız” dedi. Ben o sırada çok heyecanlandım ama şef düşünmeme bile fırsat vermedi. Hemen çalmaya başladım ve bitirdiğim zaman tüm orkestra rahleye vurdu.Bu orkestra dilinde beğenme anlamına gelir.Ben o an şefin gözüne girmişim, ama o büyük bir şef olduğu için bana hiç bir şey söylemeden provayı devam ettirdi. Şef  Rickenbacher  Beethoven’ın serilerini kayda başladı ve orkestrada kontrbası  ben çaldım.
Eğitiminizin Yurtdışı aşaması nasıl başladı?
Mezun olduktan sonra Banaz’a dönmüştüm ve eve bir mektup geldi; ”İsviçre Montrö September müzikalinde görev almak üzere sizi orkestramıza bekliyoruz.” Bu mektup çok büyük sürpriz olmuştu bana. Böylece yurtdışındaki müzik hayatım başlamış oldu. Sonra Rickenbacher müzikaldeki kontrbas şefimizi ve beni çağırdı. Şefe “Bu çok iyi bir kontrbasçı, ne yap et al onu buraya ”dedi. Şef beni ertesi gün dinledi ve “Sen Türkiye’ye dön biz 15 gün içinde haber vereceğiz sana ”dedi. Ben Türkiye’ye döndüm bir süre sonra bir telefon geldi ve Menuhin Müzik Akademisi’ne kontrbasçı olarak çağırıldım. O dönem vize almak çok zordu; İsviçre’den gönderilen hakkımdaki bilgiler sayesinde çok rahat aldım ve İsviçre’ye gittim.
Menuhin Akademi’de çok büyük isimler varmış kendinizi o ortamda nasıl hissettiniz?
Evet isimler çok büyüktü. Lidia Prunaru , Alberto Lizzy , Michel Veillon… Bilkent’ten geldiğim için biraz rahattım, ama bu dev isimlerle gerçekten tanışınca ne kadar büyük ve benim için ne kadar önemli bir eğitim olduğunu o zaman anladım.
Burada göreviniz bitince neler yaptınız?
Askerlik çağım gelmişti ve gittim. Sonra da Ankara Devlet Opera ve Balesinden Aspendos turnesi için  “Kontrbasçı açığı var gelir misin” dediler. Ben de zaten arayıştaydım ve kabul ettim. Sözleşmeli olarak çalışmaya başladım. Sonra da Devlet Opera ve Balesi sınavları açıldı bende benim için en uygun olan şehir Ankara diye düşünüp sınavlara girdim. Şu anda hala ADOB’ ta kontrbasçı olarak çalışıyorum.
Yurtdışında orkestralarda çalışıp sonra ADOB’ta çalmak arasındaki fark nasıldı sizin için?
Kesinlikle opera çok zengin bir sanat. Operada tiyatro, görsellik, ışık, ses her şey çok zengin. Opera hayatını gördükten sonra orkestra çok küçük bir ayrıntı gibi gelmeye başladı bana.

ANITKABİR’DEN BİR SES

Ahmet ŞAŞMAZ
Murat Koçer 1970 Ankara doğumlu. İlk ve orta öğretimini Ankara’da tamamlamış. Çeşitli işlerde çalıştıktan sonra Anıtkabir’de memur olmuş. Evli ve iki çocuk babası Murat Koçer, 12 yıldır Anıtkabir’de memur olarak görev yapıyor.

Murat Bey merhaba
Merhaba
Evet, efendim Anıtkabir denildiğinde ne hissediyorsunuz?
Anıtkabir benim ikinci evim.  12 yıldır orada görev yapıyorum.
Peki, orada çalışmak nasıl bir duygu?
Onur ve gurur verici. Gerçekten insana verdiği başka bir haz var.
Peki, memur olmak?
Memurluk gibi görmüyorum bu işi. Zamanla kendinizi oraya ait hissediyorsunuz. Sanki orada çalışmak başlıca vazifemmiş gibi geliyor.
Ne zaman emekli olmayı düşünüyorsunuz?
Daha çok var emekli olmama ama sağlıklı olduğum sürece çalışmayı istiyorum.
Anlaşılan işinizi çok seviyorsunuz?
Gerçekten öyle... Çünkü gurur verici bir işim olduğunu düşünüyorum ve bu durumdan çok memnunum.
Önemli günlerde Anıtkabirde yapılan törenler… Bize biraz da o günlerdeki duygularınızdan bahseder misiniz?
Tarifsiz bir durum. Çünkü hem hüzün hem sevinç oluyor. Oraya gelen bütün insanlar Atatürk’ün yanına geldiği için sevinçli ve gururlu, ama onun öldüğünü bildiği için hüzün dolu oluyorlar. O günlerin büyüsü çok başka… Sanki Atatürk dün ölmüş gibi. Kalabalık yaşlı, genç, çocuk, kadın, erkek herkes orada oluyor.
Size hissettirdiği şeyler nelerdir?
Çalışmaya yeni başladığım yıllarda çok tuhaf oluyordum. Ağladığım bile oldu. Ama zamanla alışıyor insan. Yine de bu durum gururlu olmama onurlu olmama engel değil. Yıllar geçtikçe daha çok nasıl desem, huzur oluyor insanda.
Peki, her sabah işe gitmek için uyandığınızda nasıl bir ruh hali içinde oluyorsunuz?
Rahat oluyorsunuz bir kere. Çünkü isteyerek geliyorsunuz. Bu işi zorunlu olduğunuz için değil de, yapmak istediğiniz için yapıyorsunuz sanki. Gerçekten çok olumlu bir durum hayatınız için. İşinize gittiğinizde huzurlu olursanız bu huzur aile yaşantınıza da yansır. Daha mutlu oluyorsunuz. İş stresi olmuyor, isteyerek yaptığınız için.
Son olarak Anıtkabir’le ilgili söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Dediğim gibi bu işi yaptığım için çok mutluyum. Bana şuan ne vaat ederlerse etsinler ben işimi hiçbirine değişmem. Her gün orada olmak bana gurur veriyor.