31 Ocak 2012 Salı

Gözde ucuz lens tehlikesi

Pınar AŞKIN 
Son yıllarda artan ucuz lensler insan sağlığını tehdit etmeye devam ediyor. Yapılan araştırmalar ameliyat esnasında kullanılan lenslerin zararlarına dikkat çekerken sağlığımız için hayati önem taşıyan tıbbi malzemelerin önemini de bir kez daha ortaya koyuyor. Kalitesiz çoğu ürünlerde olduğu gibi lenslerde de merdiven altı olarak tabir edilen bu lensler göz için sayısız tehlike oluşturabiliyor.

Sağlıklı yaşam koşullarının sağlanması için kurulan ve faaliyet sürdüren hastanelerde kullanılan ucuz lensler, insan yaşamını tehlikeye sokuyor. Yapılan araştırmalar sonucunda ortaya çıkanlar hem hastaları hem de doktorları tedirgin ediyor. Göz ameliyatlarında kullanılan lenslerin ucuzunun tercih edilmesi hastaların durumları iyileştirmesi gereken ameliyat sonrası daha da kötü hale gelebileceğini de ortaya koyuyor.
Gazi Üniversitesi Hastanesi Göz Hastalıkları Ana Bilim Dalı Doktoru Ahmet Murat Hondur  göz sağlığının önemini vurgulayarak ucuz lenslerle ilgili şöyle konuştu:
 “Kırıcılık gücü olan cam veya camsız madde katarakt ameliyatında kendi merceğindeki bulanıklaşma nedeniyle gözün merceği alınmakta ve bunun yerine yapay bir göz içi lensi kullanılmakta bu lensler gözün kusurunu gideren günlük kullanılan lenslerle karıştırılmamalıdır. Her ürünün cihazın çok farklı kalitede alternatifi mevcuttur. Göz içi lenslerde de bu geçerlidir. Göz sağlığı açısından hem kısa dönemde hem de uzun dönemde yan etkilerinin ortaya çıkmaması için kaliteli belli standartları karşılayan göz içi lenslerin kullanılması önem arz ediyor.”
Lenslerin belli kalitede olması gerekiyor
Hondur, ameliyatlarda kullanılan malzemelerin belli bir kalite standardını karşılaması gerektiğini belirterek şunları söyledi:
 “Bunun yanı sıra ameliyat esnasında kullanılan lens dışındaki diğer sarf maddelerinin de (ameliyat bıçağı, göz içi sıvılar, cihaz ekipmanları) kaliteli olması ve belli standartları karşılaması gerekiyor. Bu konudaki önemli bir sıkıntı gerek lens gerek sarf malzemeleri için Avrupa Birliği’nden kalite belgesinin (CE) alınmasının çok kolay olmasıdır. Pek çok Çin ve Hindistan kökenli firma sattıkları ürünlerinin vasıfları düşük olmasına rağmen CE belgesi alabiliyorlar. Ucuz lensler nedeniyle pek çok göz hasar görürken bu lenslerin kullanımını engelleyen hiçbir yasak bulunmuyor.”
Hondur, hiçbir yasak bulunmamasına rağmen ucuz lenslerle yapılan göz ameliyatlarından sonra hastaların ikinci ve hatta üçüncü kez ameliyat olmak zorunda bırakıldığını, bunun da insanların doktorlara ve hastaneye olan güvenini sarstığını söyledi.
Hondur “Gazi Üniversitesi Göz Hastalıkları Ana Bilim Dalı olarak gerek katarakt ameliyatlarında gerek diğer ameliyatlarda kaliteli lensler ve ameliyat malzemeleri kullanma hususunda hassasiyet gösteriyoruz. Bu bizim hastalarımıza olan saygımızın da gereğidir” dedi.
Hondur kırma kusurlarının düzeltilmesindeki alternatifleri ise şöyle anlattı:
“Bunlardan ilk sırada gözlük yer alırken ikinci sırada kontakt lensler, üçüncü sırada da reaktif cerrahi (lazer cerrahisi) yer alır.  Kullanılan yöntemlerin her birisi kendine özgü avantajlar taşıyor.  Bu noktada kişinin beklentileri ve gözünün yapısı incelenerek uygun yöntem seçiliyor. Eğer bu yol izlenirse her üç yöntemle de kişiyi tatmin edecek sonuçları almak mümkündür.”
Doktor kontrolü sağlanmalı
Hondur, kişi bu üç yöntemden hangisini seçerse seçsin tedavi sürecinin göz doktoru gözetiminde devam ettirilmesi gerektiğini belirterek şöyle konuştu:
“Bu noktadaki önemli bir sorun doktora danışmadan doğrudan gözlükçüden, internet üzerinden alışverişle temin edilen kontakt lenslerdir. Kontakt lens takmak için kişinin bir göz hekimine başvurması gözüne uygun kontakt lensin seçilmesi, kişinin kontakt lensle ilgili bakım ve hijyen kurallarına uyması ve periyodik olarak doktoru tarafından kontrolünün yapılması gereklidir.”
Gazi Hastanesi Göz Hastalıkları Ana Bilim Dalında gözlük, kontakt lens, reaktif cerrahi yöntemlerinin kullanıldığını belirten Hondur, “Her yaştaki insanlara lens takılabilir.  Eğer kişinin göz yapısı uygun ise reaktif cerrahide kırma kusurlarının tedavisinde son derece etkili bir yöntemdir. Tabii bunun için bir göz doktorunun muayenesi gereklidir.” dedi.

30 Ocak 2012 Pazartesi

Hayatımız artık dizi

Yunus Emre AKÇA
Hayatımızı artık onlara göre belirliyoruz. Onlara göre plan, program yapıyoruz. Hayatımızın gündemine oturuyorlar. Evet her gün dikkatle izlediğimiz dizilerden bahsediyorum.

Bu günlerde çeşitli platformlarda tartışılan konuların başında televizyon dizileri geliyor. Dizi enflasyonu konusunda farklı yorumlar yapılıyor. Bu furyanın “bir televizyon kirliği olduğunu” söyleyenler de var,”ne var canım bunda” diyenler de. Hatta pek çok dizi oyuncusunun da içinde bulunduğu bir protesto yapıldı geçtiğimiz aylarda. Verilen bu tepkinin adı ise çok manidardı: Yerli Dizi Yersiz Uzun
Hayatımızda bu kadar çok yer kaplayan ve zamanımızın ciddi bir bölümünü ayırdığımız televizyon dizilerinin etkilerini ve toplumun bu konuya nasıl baktığını merak edip çevremizdeki insanlara sorduk.
Öncelikle insanlarımızın çoğu eğlence programlarına rağbet gösteriyorlar. Bunun nedenini ise kendileri açıkça ifade ediyor; günün sıkıntısından, stresinden ve getirdiği tüm olumsuzluklardan sıyrılıp bir an olsun doyasıya eğlenmek…
Yaş aralığını biraz küçülttüğümüzde ilginç bir gerçekle yüz yüze geliyoruz. İlköğretim öğrencilerinin çok büyük bir kısmı, çatışma, korku, aksiyon ve savaş konulu dizileri tercih ediyorlar. Ailelerin bu konudaki duyarsızlığı ve yaptırımı da pek kayda değer gözükmüyor.
Lise ve üniversite çağındaki gençlerimizin ise devlet mevzularına daha ilgili olduklarını görüyoruz. Onlar milli duyguları, Türkiye gerçeklerini anlatan dizileri tercih ediyorlar. Bunun yanında heyecanlı, aksiyonlu ve kendilerini anlatan gençlik dizilerini de takip ediyorlar.
Orta yaş grubunun daha çok aile dizilerini ve duygusal dizileri takip ettiğini görüyoruz. Birde gençlik dizilerin rağbet gösterenler var. Gençlik dönemlerine duydukları özlemleri gidermek ve gençliklerinde olmayan imkanları, sosyal aktiviteleri ve ilişkileri günümüz gençlerinden izleyerek o dönemlerine duydukları özlemleri gidermek için gençlik dizilerini izleyen orta yaş grubu bu konuda itiraf yaparken biraz direniyorlar. Onların bahanesi çocukları izlediği için bu dizileri izlemek. Ancak çocukları, anne-babalarının gençlik dizilerini izlemek için daha hevesli olduklarını söylüyorlar.
Daha büyüklerimiz ise Türkiye’yi ve Dünya’yı evlerine getiren yöresel dizileri tercih ediyorlar. Yaşlarının getirdikleri olgunlukla yaşam gerçeklerini anlatan dizilere yöneliyorlar. Bu konuda ilk tercihleri töre dizileri oluyor.
Evet, her yaş grubunun izlediği diziler kendi yaşlarını getirdiği düşünce ve duygulara göre farklılık gösteriyor. Ama en çok etkilendiğimiz kitle iletişim aracı olan televizyonda izlediğimiz diziler ne kadar bizi yansıtıyor? Gençlerimizin izlediği gençlik dizileri bizi ne kadar yansıtıyor? Bizi hayal dünyasına götürüp sanki hayat dizilerdekiymiş gibi onlara özenmemize neden olan diziler ne kadar gerçekçi? İzlediğimiz dizileri iyi seçmeliyiz. Çünkü onlardan etkileniyoruz ve yanlış bir etkileşim yanlış bir düşüncedir, yanlış bir düşünce ise yanlış bir hayattır.

29 Ocak 2012 Pazar

Karanlık dünyalara sesle gelen aydınlık: Konuşan kitaplık

Kemal MEMİŞOĞLU
Milli Kütüphane bünyesinde, görme engelli vatandaşların kitap okuma ihtiyacını karşılamak için kurulan konuşan kitaplık merkezi, kitapların gönüllü okuyucular tarafından sesli okunup bir sistemde toplanmasıyla engelli bireylerin hizmetine sunuluyor.
Konuşan Kitaplık, Milli Kütüphane’de Kütüphanecilik Hizmetleri Daire Başkanlığına bağlı olarak, Kitap Dışı Materyaller Şube Müdürlüğü bünyesinde faaliyet gösteriyor. Gönüllü okuyucularla, kitapların stüdyo ortamında kayıt altına alınması ve bir veri tabanında toplanmasıyla, görme engellilerin okuma çilesinin çözümüne büyük bir katkıda bulunuluyor.

Bu merkez 1950’li yıllardan bu yana çalışıyor, ancak ilk dönemlerde bu çalışmalar kitapların braille alfabesiyle yazılmasına yönelik olduğundan çok fazla etkili olamamış. Braille, görme engellilerin kullandığı, altı noktanın çeşitli varyasyonlarından oluşan bir alfabe. Bu alfabe ile bir kitabı yazmak fazlasıyla uzun ve zahmetli bir iş. Daha sonraları kasetlere okunup öyle dinlemeye sunulan kitaplar, teknolojinin de gelişmesi sonucu her yerden erişim sağlanması amacıyla internet ortamında bir veri tabanında toplanması fikriyle yeni bir boyut kazanmış durumda. Böylece görme engelli vatandaşlar bir yerden bir yere gitmeleri gerekmeden de bu hizmetten kolayca yararlanabiliyorlar.
Konuyla ilgili bilgi aldığımız Kütüphanecilik Hizmetleri Daire Başkanı Durmuş Sakmak, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun ek 11. Maddesine dikkat çekerek sundukları hizmetin yasal bir alt yapısı bulunduğunu belirtti. Söz konusu madde şöyle:
 “Ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaç güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braille alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir.”
Sakmak: Milli Kütüphane’de sadece bir yan hizmet olarak verilmeye başlanmış olsa da konuşan kitaplığın, bu konuda engellilere hizmet vermek için kurulmuş birçok kurumdan daha fazla öne geçmiş durumda olduğunu belirterek şöyle konuştu:
“Başbakanlığa bağlı bir Özürlüler İdaresi mevcut mesela. Ancak görevlerini “politika üretmek” şeklinde tanımladıklarından bu sahada pek de fazla bir etkinlikleri yok. Bizim de imkanlarımız kısıtlı ve vermemiz gereken asli bir kütüphanecilik hizmeti varken bir yandan da başka şeyler yapmak için uğraşıyoruz. Bu çalışmanın daha fazla geliştirilmesi gerek. Stüdyolarımızın sayısı çok az ve çok küçük. Aslında başka özel bir binada daha yoğun çalışmayla bu hizmetin çapını fazlasıyla geliştirmek mümkün ama elimizdeki olanaklarla bu pek mümkün olmuyor maalesef.”
Konuşan Kitaplık Merkezinin Hizmetlerinden Nasıl Yararlanılır?
Her ne kadar Milli Kütüphane’nin verdiği bir hizmet olsa da konuşan kitaplık aslında mekansal olarak sınırı olmayan bir hizmet. Yani sadece Ankara’da değil, Türkiye’nin her yanında ya da yurt dışında yaşayan Türk vatandaşlarının da istedikleri yerde istedikleri zaman ulaşabilecekleri bir sistem olma özelliği taşıyor. Sisteme üye olabilmenin tek şartı bireylerin görme engelli olduğunu belgelemeleri. Bunun için engelli olduğuna dair bir sağlık belgesinin veya Başbakanlık Özürlüler İdaresi’nin vermiş olduğu özürlü kimlik belgesinin ilgili bölüme ulaştırmaları gerekiyor. Bundan sonra kütüphane tarafından kendilerine bir kullanıcı adı ve şifre veriliyor. Kullanıcı adı ve şifreyle internet üzerinden sisteme girildiğinde, ister çevrimiçi dinleyerek, ister kitap kayıtlarını bilgisayara indirerek bu hizmetten yararlanılabiliyor.

Konuşan kitaplık merkezinin yaklaşık 100’e yakın gönüllü okuyucusu var şu an ve her yıl ortalama 40-50 kitap daha okunup sisteme dahil edilebiliyor. Şimdiye kadar 5000’e yakın kitap sistemde engelli vatandaşların hizmetine sunuldu.
Ayrıca bu merkez tarafından Türkiye Cumhuriyeti’nde görme engellilere bu hizmeti veren çeşitli kurumlar arası veri paylaşımının sağlanması, birbirlerindeki materyallerden yararlanması için bir protokol hazırlanmış. Diğer kurumlarda okunan kitapların aynılarının okunmasıyla zaman kaybetmemek ve mümkün olduğunca verimli çalışarak daha çok kitabı sisteme dahil etmek için büyük çaba harcanıyor.
Okunacak kitapları engelliler belirliyor
Konuşan kitaplıkta okunacak kitapları da engelliler belirliyor. Hangi kitabın okunmasını istediklerini merkeze iletiyorlar, bu kitaplar sıraya alınarak en geç bir ay içinde okunarak sisteme dahil ediliyor. Bu özelliğiyle de yeni yayımlanmış en güncel kitapların bile görme engelliler tarafından takip edilebilmesi sağlanmış oluyor.
Merkezin tanıtımı çerçevesinde Üniversitelerde çeşitli seminerler verildiğini, özellikle Hacettepe Üniversitesi’nden bir grup öğrencinin gönüllü okuyucu olarak konuşan kitaplık için çok aktif çalıştıklarını belirten Sakmak; sadece gönüllü okuyuculuk değil, kitapların Word ortamına aktarılıp daha sonradan braill alfabesiyle yazılacak hale getirilmeleriyle ilgili çalışmaların da yürütüldüğünü belirtti.
Sakmak’ın verdiği bilgilere göre, Merkezin faaliyetlerinin çeşitli medya kurumlarında yayınlanmasıyla daha geniş bir kitleye gerek okuyuculuk, gerekse görme engellilerin hizmetten yararlanabilmelerinin duyurulması kolaylaşmış. Ayrıca 81 ilin valiliklerine gönderilen yazıyla böyle bir hizmet verildiği belirtilerek görme engelli vatandaşların sisteme yönlendirilmesi istenmiş. Bunun üzerine pek çok görme engelli bu hizmetten yararlanmaya başlamış. Hatta faydalanmak isteyip interneti olmayanlara da CD’lere kopyalanan kitap kayıtları yollanabiliyor.
Nasıl Gönüllü Okuyucu Olabiliriz?
Gönüllü okuyuculuk için başvuran adaylara bir metin okutularak ses kaydı alınıyor. Bu kayıtlar bölümde görevli olan görme engelli personel tarafından dinlenerek, okuyuculuk için uygun olup olmadığı belirleniyor. Burada telaffuz, okuma tarzı, sesin kulağı tırmalamaması ve anlaşılabilirlik gibi birçok özelliğe dikkat ediliyor. Çünkü saatlerce dinlenecek bir kayıt olacağı için kulağa hoş gelmesi ve anlaşılır olması önemli. Test edilip karar verildikten sonra, en az 15 gün içinde kabul edilip edilmedikleri adaylara bildiriliyor. Kabul edilenler merkezde bulunan altı adet stüdyoda dönüşümlü olarak kitap okumaya başlıyorlar. Gelecekleri saatleri okuyucular kendileri ayarlıyor, ona göre bir program oluşturularak stüdyoların etkili kullanımı da sağlanmış oluyor. Hatta bir okuyucunun stüdyonun benzeri bir düzeni evinde kurarak orada okuma yaptığını söyleyen Durmuş Sakmak, teknolojinin bu konuda sunduğu geniş imkanların kullanılmasının mekan kavramını ortadan kaldırdığını belirtiyor.
Gönüllü okuyuculuk için emeklilerden öğrencilere, her kesimden yoğun bir başvuru potansiyeli var. Ancak emekliler daha çok zaman ayırabildiklerinden, genellikle daha kolay gönüllü okuyuculuk yapabiliyorlar. Mesela okuduğu kitaplar belirgin bir şekilde daha çok tercih edilen emekli bir Almanca öğretmeni gönüllü bir okuyucusu var merkezin. Çok hoş ve naif ses tonu, kitapların okuyanın ismiyle istenmesine neden olan bir gönüllü…
Örnek Bir Gönüllü Okuyucu: Necla Gürtunca
Necla Gürtunca, 83 yaşında ve Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Almanca öğretmenliğinden emekli olmuş, uzun süredir bu faaliyetlerde bulunuyor. Görme engelliler için kitap okumaya Altınokta Körler Derneği’nde başlayan Gürtunca, oradaki çalışmanın bir şekilde sekteye uğramasıyla, Milli Kütüphane’de kitap okumaya dört yıldır devam ediyor. Böyle bir ekinliğin nasıl mutlu edici olduğunu anlatmanın mümkün olmadığını belirtiyor. Karanlık dünyalara sesiyle ışık olmaktan büyük memnuniyet duyuyor.
Bir süre önce, Altınokta Derneği’nde tanımadığı,  tesadüfen konuştuğu bir görme engellinin sesini duyduğu anda kendisini sesinden tanıyarak, “Necla hanım siz misiniz? diye sorması hayli şaşırtıcı bir olay. Ve belki de bu hizmetin görme engelliler nezdinde nasıl bir değerinin olduğunu da anlatır bir durum.
Çalışmayı çok sevdiğini belirten Gürtunca, sırf bu işi yapabilmek için bilgisayar öğrenmiş. “Ömrüm oldukça da bu hizmete devam edeceğim” diyor… O kadar çok sevilmiş ki hatta özellikle “Necla Hanım’ın okuduğu kitapları dinlemek istiyoruz.” diye taleplerin geldiği belirtiliyor.
Bu hizmetin engellilerden müthiş bir takdir kazanıp, teşekkürlerle dolu e-postalar almalarının yanında, bazen sitem dolu mesajlar da alınıyor. Normalde bu hizmet telif nedeniyle sadece görme engelliler tarafından kullanılabiliyor. Ancak arabada, işyerinde kitap dinlemek isteyen, engelli olmayan vatandaşlar da, “Biz de yararlanmak istiyoruz.” diye talepte bulunup reddedilince, “Gözümüzü mü sakatlayalım şimdi?” diye sitem edebiliyorlarmış. Görme engelli olmayan vatandaşların bile kıskandığı bu hizmetin ileride daha fazla geliştirilmesi temenni ediliyor.

28 Ocak 2012 Cumartesi

Kızılay-Dikmen ulaşımında teleferik tartışılıyor

Ayten AKGEYİK
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Gökçek Kızılay-Dikmen arası ulaşımda tek çözüm yolunun teleferik olduğunu savunurken, Şehir Plancıları Odası Ankara Şube Başkanı Orhan Sarıaltun teleferik projesini “gayri ciddi ve gerçek dışı” diye niteliyor.
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Belediye Meclisi toplantısında  “Kızılay Or-an Hattına Teleferik” projesi ilgili bilgi verdi. Gökçek, ''Dünyada teleferik ve şehir içi toplu ulaşım uygulamaları'' başlıklı sunumunda, teleferiğin, sadece dağlık bölgelerde kurulu, turistik tesisler, kayak merkezleri için kullanılan bir taşıma aracı olarak bilindiğini, ancak son yıllarda giderek artan şekilde şehir içi toplu ulaşım aracı olarak da kullanılmaya başlandığını söyledi.
“Dünyada yüzlerce örneği var”
Gökçek, Hong Kong, Singapur, Koblenz (Almanya), Bolzano (İtalya), New York (ABD), Portland, Oregon (ABD), Karakas (Venezüella), Rio de Janerio  (Brezilya) gibi önemli kentlerde ulaşımı rahatlatmak için teleferiğin kullanıldığını söyledi. Melih Gökçek, ''Saatte 10 bin yolcu, tekyönlü ise 5 bin yolcuyu teleferikle taşımaya kalkarsanız, 100 tane otobüs seferine denk oluyor. Aynı şekilde 2 bin otomobil seferi de ancak 5 bin tek yönlü giden teleferiği karşılıyor.” dedi.
Dikmen'de yoğun bir nüfus yaşadığına dikkati çeken Gökçek, şunları söyledi:
''Bu nüfusu Kızılay'a havadan taşımak suretiyle sorunu çözeceğimize inanıyoruz. Dikmen Vadisi tamamlandığında yakın çevresiyle birlikte yaklaşık 100 binlik bir nüfus ortaya çıkacak. Bir yanda geliş gidiş olarak kullanılan Dikmen Caddesi, diğer yanda da yine geliş gidiş olarak kullanılan Hoşdere Caddesi kesinlikle bu yükü kaldıramayacak. Bir çözüm bulmak zorundasınız. Üçüncü bir yol açma şansı bulunmadığına, Dikmen Vadisi'nden metro geçirmek de fiziksel olarak mümkün olamayacağına göre Vadinin her iki tarafına hizmet edebilecek tek çözüm yolu teleferik olarak gözükmektedir.”
Gökçek, teleferiğin ne zaman yapılabileceğiyle ilgili soruya da ''seçimden önce'' yanıtını verdi.
“Turistik değil toplu taşıma amaçlı”
Ankara Büyükşehir Belediyesi Raylı Sistem Yapım Hizmetlerinde Makine Mühendisi Faik Dikmen, teleferiğin şehir merkezinde olabileceği gibi kırsal kesimlerde de kullanılabileceğini, teleferiğin daha önce sadece turizm amaçlı kullanıldığını, ama günümüzde şehrin düz olmayan bölgelerinde ulaşım amacıyla da kullanılabileceğini söyledi. Teleferik projesinde de görev alan Dikmen, “Türkiye’de toplu taşımacılıkta Karadeniz örneğini görebiliriz. Bunun dışında Ankara Keçiören’de, Bursa Uludağ’da ya da İstanbul Haliç’te turizm amaçlı teleferik kullanılıyor. Fakat biz turizm amaçlıdan ziyade toplu taşıma amaçlı düşünüyoruz.”dedi.
Faik Dikmen, Projenin Kızılay Or-an hattını kapsamasını,  buraların şehir merkezine uzak olmaması ancak ciddi kot farklılığının bulunmasıyla açıkladı. Dikmen “Or-an’ı seçmemizin birinci nedeni eğimden dolayı. Bazı yerlere raylı ulaşımı götüremezsiniz . Örneğin Ankara Kalesi gibi yüksek bir yere ulaşım sadece teleferik ile olur. Çünkü yeraltından götürdüğünüz zaman yeraltı ve mesafe ile yükselti arasındaki fark çok fazla olur, yerin 100 metre altına bir metro yaparsanız kimseyi indirip çıkaramazsınız.” dedi. Dikmen, Dikmen Vadisi projesi kapsamında buranın ulaşım ihtiyacının artacağını ve teleferik ile burayı rahatlatmak istediklerini söyledi.
“En çevreci toplu taşıma aracı”
Faik Dikmen güvenlik ile ilgili eleştirilere de “Teleferik güvenlidir. Telin kopma ihtimali yoktur. Zaten gelişmiş güvenlik sistemleri vardır.” diye yanıt verdi.
Teleferiğin diğer toplu taşıma araçlarına göre daha çevreci olduğuna ve daha az enerji tükettiğine dikkat çeken Dikmen, maliyetinin de oldukça düşük olduğunu söyledi. Faik Dikmen, ihalenin henüz sonuçlanmadığını ancak sonuçlanırsa en geç 1 yıl içerinde faaliyete geçeceğini söyledi.
“Gerçek dışı ve gayri ciddi”
Şehir Plancıları Odası Ankara Şube Başkanı Orhan Sarıaltun ise teleferik projesinin Melih Gökçek'in yine bilimsel dayanağı olmayan bir ulaşım projesi olduğunu söyledi. Bu yöntemle kentteki ulaşım sorununun çözülemeyeceğini savunan Sarıaltun şöyle konuştu:

"Ben böyle bir şeyi ne duydum ne de gördüm. Metropol merkezinde böyle bir örneği görmek mümkün değildir. Bu kayak merkezi teleferiği değil, ulaşım aracı olacak bir teleferikmiş. Kentin sorunları böyle çözülmez. Yurt dışında bir şeyler görüp ‘Bunu bizim Ankara'da da yapalım’ demekle olmaz” dedi. Başkan Orhan Sarıaltun, kentin en canlı noktasında, raylı toplu taşıma sistemlerinin tercih edilmesi gerekirken böyle bir teleferiğe harcanacak her kuruşun hatalı ve yanlış olacağını söyledi. Olayın takipçisi olacaklarını söyleyen Sarıaltun “Bu proje gerçek dışı ve gayrı ciddidir” dedi.
Yap-işlet modeli
Dikmen Vadisi Teleferik Sisteminin, başlangıç ve bitiş istasyonları dahil toplam 10 durak olması planlanıyor. Teleferik, 9 kilometre uzunluğunda düşünülüyor ve başlangıç noktası Güvenpark, bitiş noktası Panora AVM olarak öngörülüyor. Güvenpark'ta dolmuşların kalktığı yerden itibaren 24 dakika, durmalar da eklendiğinde toplam 40 dakikalık bir seyahat olacağı tahmin ediliyor. Yap-işlet modelinin düşünüldüğü projenin toplam maliyetinin 30-40 milyon doları bulması bekleniyor.       

27 Ocak 2012 Cuma

UNUTULAN ŞEHİR "VAN"

Dilber AKGÜÇ
Hafızalardan çabuk silinen şehirsin sen Van. Eskiden birçok turisti kendisine hayran bırakan,cezbeden ve yine birçok turisti ağırlayan Van; artık ilgi çekmiyor, aksine korkutuyor.
Kısa süre önce art arda meydana gelen depremlerden sonra Van yerle bir. Eski görüntüsünden eser kalmayan Van, şu an kimsesiz. Depremden sonra hem Türkiye'nin hem de dünyanın gündemine oturan Van şehrini, şimdilerde hatırlayanımız var mıdır?
Bu depremle sızlayan vicdanlarını susturmak için yardım eli uzatanlar; neredesiniz,  şimdi niye yoksunuz? Hani bu acı hepimizin ortak acısıydı. Hani tüm ülke bir olup,  yardım eli uzatacaktık?  Sözde her taraftan yardım yağan şehre, yeterince sahip çıktık mı? Çoğumuzun yardım dilekleri sadece sözde kalırken, bazıları da samimi davranarak yardım etti. Ancak giden yardımlar yerine ulaşmadı nedense. Giden yardımlar, şehir dışında bir depoda günlerce bekletildi. Çevre ülkelerden hızla gelen yardım teklifleri aynı hızla reddedildi. Giden yardımların bekletilmesi ve ülkelerden gelen yardım tekliflerinin reddedilmesinin önemli bir gerekçesi varmış:  Ülke olarak potansiyelimizi görmemiz gerekiyormuş. Buna inanan birileri var mı bilemiyorum… Varın bunu siz hesap edin artık.
Yüzlerce insanımızın öldüğü Van depreminden sonra "bu ortak acımız" dediğimiz şehri, ne yazık ki hepimiz unuttuk. Sızlayan vicdanlarımız nerede, yoksa sustular mı?
Bu olayı kirli siyasetlerine alet eden siyasetçiler, nutuk atmasını biliyordunuz? Şimdi niye atmıyorsunuz nutuklarınızı, unuttunuz mu, yoksa çok mu yoğunsunuz? Hani her şey kontrol altındaydı? Kışın ortasında gönderdiğiniz naylon çadırların su geçirmesi mi kontrol altında? O naylon çadırlarda çıkan yangınlarda ölen çocuklar mı (ölen çocuk sayısı 8) kontrol altında? Yoksa açlık ve yokluktan haykıran depremzedeler mi kontrol altında? Hiçbir şeyin kontrol altında olduğu falan yok. Kontrol altında olan sizin kendi vicdanlarınız.
Hepimiz, ortada olan ancak görmek istemediğimiz gerçeklere gözümüzü kapatmışız. O çığlıkları duymamak için kulaklarımızı sıkıca kapatmışız. Biz bu kadar duyarsızlaştık mı diye soruyorum kendi kendime. Evet maalesef biz bu kadar duyarsızlaştık: Toplum olarak duyarsızlaştık, ülke olarak duyarsızlaştık… Ve en acısı da "insanlık" olarak duyarsızlaştık.
Hepimizin çığlığını duymak istemediğimiz Van orada… Kimsesiz ve yalnız… Van bizi bekliyor, onun için bir şeyler yapmamızı bekliyor. Bizim bu kadar duyarsızlığımıza rağmen…                           

26 Ocak 2012 Perşembe

Tekstilde de nanoteknoloji

Nanoteknoloji pek çok alanda olduğu gibi tekstil sektöründe de kullanılıyor. Böylece kendi kendini temizleyen, ütü istemeyen, yıpranmayan, yanmayan, rengi atmayan, su tutmayan kumaşlar üretiliyor.
Hülya EKER
Geleceğin teknolojisi olarak adlandırılan nanoteknoloji Türkiye’de de kullanılıyor. Solmaya, kirlenmeye dirençli, kendi kendini temizleyen nanoteknojiye sahip akıllı boyalar,  koku filtreli hijyen uygulaması ile nanoteknoloji ürünü buzdolapları, kolay ütülenen leke tutmayan akıllı kumaşlar yanında,  evlerde elektriğimizi kendimizin üretebileceği bir aletin prototipi de üretiliyor.
                     ODTÜ Nano Bio Teknoloji Uzmanı Kıvanç Bilecen ve Ceren Berkman 

Yunanca “cüce” anlamındaki  nanos’ tan gelen “nano” sözcüğü herhangi bir fiziksel büyüklüğün bir milyarda biri anlamına geliyor. Türkiye’de Anadolu Üniversitesi-İleri Teknolojiler Araştırma Birimi, Bilkent Ulusal Nanoteknoloji Merkezi, Gebze Yüksek Teknoloji Enstütisi-Nanoteknoloji Merkezi ve ODTÜ Bionanoteknoloji Merkezi’nde nanoteknolojik araştırmalar yapılıyor.
Nanoteknoloji pek çok alanda olduğu gibi tekstil sektöründe de kullanılıyor. Lifli yapısı nedeniyle tekstil yüzeyleri oldukça geniş yüzey alanına sahip. Tekstil ürünlerinin nano boyutlarda maddeler içeren çok ince bir film ile kaplanması sonucu kendi kendini temizleme özelliğine sahip yüzeyler elde ediliyor. Kendi kendini temizleyen tekstiller fikri, suyu ve kiri iterek kendi kendini temizleme özelliği ile bilinen nilüfer (lotus) bitkisinden esinlenerek geliştirilmiş.
Tekstil yüzeylerinde uygulanan kaplama işlemlerinin çoğunda görülen düşük yıkama ve kullanım dayanımı dezavantajı  nanoteknoloji ile iyileştirilebiliyor ve nanoteknolojinin tekstil endüstrisinde kullanılma eğilimi giderek artıyor.
Tekstilde nanoteknoloji uygulamaları, nanotekstiller olarak adlandırılıyor. Nanoteknoloji ile tekstil malzemelerine birçok orijinal özellikler kazandırılıyor. Bu özelliklerin geleneksel yöntemlerle kazandırılan özelliklere göre daha uzun ömürlü ve daha verimli olduğu saptanmış. Böylece kendi kendini temizleyen, yıpranmayan, yanmayan, daha az katkılı, antimikrobik, UV emici, rengini koruyan ve su tutmayan kumaşlar üretiliyor.
ODTÜ Nano Bio Teknoloji uzmanı Kıvanç Bilecen ve Ceren Berkman ile nanoteknoloji hakkında konuştuk. Bilecen ve Berkman  nanoteknolojinin çok geniş bir kavram olduğundan söz ettiler. Bilecen,  araba teknolojisinin nasıl birçok çeşidi varsa, nanoteknolojinin de birçok alanın olduğunu belirtti. Bilecen, ”Temelde nanoteknoloji kimya ile alakalıdır. Özellikle malzemelerin yapısı değiştirilerek yapılır” dedi.
“Nanoteknolojik cihazlar üretmek gerekir”
Nanotenolojinin Tekstilde Kullanılmasının amaçlarından bahseden Bilecen,  şunları söyledi:
“Çevrenin korunmasına katkı sağlamak, enerjiden ve zamandan tasarruf etmek, Kaliteyi arttırmak ve kıyafetlere daha fazla işlev kazandırmak gibi olumlu etkileri nedeniyle nanoteknoloji  araştırmacıların ve sanayicilerin, son yıllarda üzerinde çalıştığı bir konu. Ayrıca yıkama, kuru temizleme,  kurutma gibi işlemler ve bu işlemler sırasında ortaya çıkan su ve kimyasal madde tüketimini önemli ölçüde azaltır.”
“Nanoteknolojiyi 1997’ye kadar dayandırabiliz.” diyen Berkman, “Geleceğin teknolojisi nanoteknoloji olarak görülüyor” dedi.
Nanoteknoji’nin Türkiye’de birkaç yıllık bir geçmişe sahip olduğunu söyleyen Berkman, şöyle konuştu:
“Belli başlı tanındık markalar nanoteknoloji uygulamasından yararlanmaktalar. Örneğin, solmaya, kirlenmeye dirençli, kendi kendini temizleyen nanoteknojiye sahip akıllı boyalar,  koku filtreli hijyen uygulaması ile nanoteknoloji ürünü buzdolapları, kolay ütülenen leke tutmayan akıllı kumaşlar ve evlerde elektriğimizi kendimizin üretebileceği bir aletin prototipi üretiliyor ama araştırma yapabilmek için ve ürünlerin çeşitlendirilmesi için önce nanoteknolojik cihazlar üretmek gerekir.”
Türkiye’de henüz bu tür üretimi sağlayacak yeterli cihaz olmadığını söyleyen Berkman, bu nedenle nanoteknolojinin gelişmesinin zaman alacağını söyledi.
“Nano parçacıklar karaciğeri tahrip ediyor”
Bilecen ve Berkman, bir teknolojinin zararlarının bilinebilmesi için en az  yüz yıl kullanılması gerektiğini belirterek, şöyle konuştular:
“Nanoteknoloji günümüzde çok yeni, kullanım alanları bile daha tam olarak kavranamamışken zararları hakkında kesin hüküm söylemek çok güçtür. Fakat tahmin edilen zararlarını sıralayacak olursak, en büyük risklerinin insan sağlığı ve askeri alanda olması bekleniyor. Fareler üzerinde yapılan çalışmalarda solunum yoluyla alınan nano parçacıkların karaciğerde ağır tahribatlar yaptığı ve nano-zerreler mikroskobik boyutlarda oldukları için; deriden vücuda, oradan karaciğer ve sindirim sistemine kolayca ulaşabilir yapıda olduğu araştırmalarla saptamıştır.’’ 

22 Ocak 2012 Pazar

ADALETİN LGBT’SİZ HALİ

Musa ACAR
Türkiye’de lezbiyen, gay, biseksüel, trans (LGBT) bireylerin insan hakları alanında çalışan LGBT örgütleri, Ayrımcılıkla Mücadele ve Eşitlik Kurulu Kanun Taslağı’na ‘’Cinsel Yönelim ve Cinsiyet Kimliği’’ ibarelerinin eklenmesi ve Türk hukukunda LGBT bireyler aleyhine doğrudan ve dolaylı ayrımcılık yaratan veya ayrımcılık yaratma riski bulunan kanunların düzeltilmesi yönündeki çalışmalarını sürdürüyor.
                                                                                İllüstrasyon: Musa Acar

Kaos GL Eğitim Politikaları ve Örgütlenme Uzmanı Evren Güvensoy, LGBT bireylere yönelik ayrımcılığın ve insan hakları ihlallerinin önlenmesi için LGBT bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin anayasal ve yasal güvence altına alınması gerektiğini, bu kapsamda Pembe Hayat ve Siyah Pembe Üçgen Derneklerinin de içinde bulunduğu LGBT örgütleriyle “Bir Daha Asla” projesini geliştirdiklerini bildirdi.
Güvensoy’un verdiği bilgilere göre, söz konusu proje kapsamında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin konuyla ilgili mevzuatı incelendi ve ”‘Ayrımcılık Yasağı Getirilen Düzenlemeler”, “LGBT Bireylere Yönelik Doğrudan Ayrımcılık Getiren Düzenlemeler”, “LGBT Bireylere Yönelik Dolaylı Ayrımcılık Yaratan ve Ayrımcılık Yaratma Riski Olan Düzenlemeler” başlıklar altında rapor hazırlandı.  
Yürürlükteki yasa konuyla ilgili yasal boşluk içeriyor
Avukat Yasemin Öz tarafından yazılan Yasal Mevzuat ve LBGT Bireyler Raporu’na göre, Anayasa’nın “Kanun Önünde Eşitlik” başlıklı 10. Maddesi, Türk Ceza Kanu’nun “Ayrımcılık” başlıklı 122. Maddesi,  İş kanunu’nun  “Eşit Davranma İlkesi” başlıklı 5. Maddesi çeşitli zeminlerde ayrımcılık yapılamayacağına dair ifadeler içeren “ayrımcılık yasağı getiren düzenlemeler” olarak göze çarpıyor. Ancak ilgili mevzuat örrnekleri, “cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği” ibarelerine vurgu yapmıyor ve dolayısıyla lezbiyen, gay, biseksüel, trans bireylerin karşılaşmakta oldukları ayrımcılıkla ilgili kararlar verme yetkisi mahkemelerin takdirine bırakılmış oluyor.
Yasemin Öz, yasal boşluğun getirdiği mahkemelerin  takdir yetkisi alanının genişletilmesinin, “genel ahlak”a ilişkin düzenlemelerin LGBT bireyler aleyhine yorumlanması sonucunu doğurabileceğini  belirterek şunları söyledi:
“Yasalarda ahlakın somut bir tanımı yapılmamaktadır. LGBT bireylere yönelik ayrımcılığı yasalarda açık bir biçimde engellenmemesi ile ahlakın somut tanımının yasalarda yapılmamış olması bir arada düşünüldüğünde, LGBT bireylerin mahkemeler tarafından toplumsal normlardan ve bakış açısından hareketle ahlaka aykırılık olarak kabul edilmesi tehlikesi doğmaktadır.”
Anket sonuçları olumsuz
Kaos GL Eğitim Politikaları ve Örgütlenme Uzmanı Evren Güvensoy, projeler süresince yapılan anket çalışmaları ve görüşmelerde LGBT bireylerinin sorunlarını ortaya çıkarmaya çalışıldığını belirtti. Güvensoy, anket verilerinin eşcinsel bireylerin sokakta yürürken, alışveriş yaparken, toplu taşıma araçlarını kullanırken, restoranlarda, kafelerde,  okullarda,  iş yerlerinde, askerlik hizmetini yaparken ciddi ayrımcılık yaşadıklarını  ve bundan dolayı rahatsız  olduklarını ortaya koyduğunu söyledi.
LGBT derneklerinin yaptığı ankete göre, son beş yıl içerisinde cinsel yönelim/cinsiyet kimliği nedeniyle ayrımcılığa maruz kalınan yerlerin başında, sokaklar (%10,9) geliyor. Bireyler, ayrımcılığa en az “dini inacının gerekliliklerini yerine getirirken” (%1,1) uğruyor. Ankette dikkat çeken diğer bir nokta ise ayrımcılığa maruz kalınan yerlerden birinin de askerlik hizmeti yapılan yerler (%1,4) olması. Güvensoy,  “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Sağlık Yönetmeliği eşcinselliği  hala psikoseksüel bozukluk olarak tanımlamakta ve eşcinselleri askerlik yapmak için uygun görmemektedir. Eşcinseller bazen onur kırıcı işlemlerden geçirilebiliyor” dedi
“Ayrımcılık nefret suçlarına yol açıyor”
Güvensoy, ayrımcılığın nefret suçuna neden olduğunu belirterek şunları söyledi:
“Ayrımcılığa maruz kalan LGBT bireylerinin bir kısmı yasal düzenlemeler sonucunda, bir kısmı da cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli ayrımcılığa karşı kullanılabilecek hukuki araçların azlığı ya da yokluğu sebebiyle daha fazla mağdurlaşmaktadırlar, bu konuda üzgünüm çünkü bu ayrımcılık, eşcinsellerin toplumsal yaşama katılımını engellerken, bir yandan da psikolojik ve fiziksel şiddetin seviyesini yükselten nefret suçlarına yol açmaktadır.” 

20 Ocak 2012 Cuma

Sofranızda GDO’lu ürünlere yer açın

Merve ÖĞÜT
Biyogüvenlik Kurulu geçtiğimiz günlerde hayvan yemlerinde genetiği değiştirilmiş 13 mısır türünün ithaline onay verdiğini açıkladı. Peki, GDO’lu yemle beslenen hayvanın eti ya da sütü bundan etkileniyor mu? Biyogüvenlik Kurulu işleyişi ve karar alma aşamaları neler? Tüketicilerin GDO konusunda ne gibi endişeleri var?
2010 yılından itibaren hayatımıza giren genetiği değiştirilmiş organizmalarla ilgili kanun birçok tartışmayı da beraberinde getirdi. Biyogüvenlik kuruluna yem ve gıda amaçlı mısır, kolza, şeker pancarı, patates ve soya ile ilgili başvurular yapıldı. Üç soya,13 mısır yemiyle ilgili GDO ithaline izin verildi. 42 çeşit ile ilgili çalışmalar ise devam ediyor.

Biyogüvenlik kurulunun işlevinden ve görevlerinden bahseden Biyogüvenlik Kurulu başkanı Hakan Yardımcı, Biyogüvenlik kurulunun tanınması, ne yaptığının bilinmesinin kamuoyunun bu konuda doğru ve yerinde tepki vermesi açısından önemli olduğunu söyledi. Yardımcı, Katagena Biyogüvenlik Protokolü ve AB direktifleri esas alınarak Türkiye’ye özgü bir güvenlik kanununun 26 Eylül 2010 tarihinden itibaren yürürlüğe girdiğini anlattı. Yardımcı, Biyogüvenlik kanununa göre kurulan Biyogüvenlik Kurulu’nun genetiği değiştirilmiş organizmalar ile ilgili yapılan ithalat başvurularını inceleyip karar bağladığını ve resmi gazetede yayınladığını söyledi.
Yardımcı’nın verdiği bilgilere göre, Kurul ithalatçı kuruluşların ithal etmek istedikleri ürünlerin başvurularını inceliyor. Her ürün için ayrı komite kuruluyor. Bu bilimsel komiteler 22 kişiden oluşuyor. Ürün on biri risk değerlendirme, on biri de sosyoekonomik değerlendirme araştırması yapan uzman grup tarafından inceleniyor. Kurula yem amaçlı 3 tane soya çeşidiyle ilgili başvuru yapıldı. Kurul 3 soya çeşidine olumlu karar verdiğini açıkladı. Daha sonra kurula yapılan 22 mısır çeşidi başvurusunun 13’üne olumlu karar verildi. 9 mısır çeşidiyle ilgili karar ise sırada bekliyor.
Tarımı Yasak!
Yardımcı yapılan başvurularda adı geçen bitkiler ve bunların çeşitlerinin 20 yıldır Amerika Birleşik Devletlerinde, 15 yıldır AB’nin bütün ülkelerinde hem gıda hem de yem amaçlı kullanıldığını belirterek, “Biyogüvenlik kanunundan dolayı biz bunları direkt kabul etmiyor, sıfırdan alıp inceliyoruz” dedi. Türkiye’de 16 ürün dışında hepsinin yasak olduğunu belirten Yardımcı, Türkiye’nin bu konuda çok muhafazakâr yaklaştığını iddia etti.
Avrupa’da serbest olmasına karşın Türkiye’de GDO tarımının yasak olduğunu belirten Yardımcı, şöyle konuştu: “Bizim Biyogüvenlik kanunumuz tarımına 12 yıla kadar hapis cezası getirdi. Doğayı kesinlikle korumamız gerekiyor. Tarımına izin vermememizin nedeni, diğer ülkelerde tarımı belirli dış alanlara kurulmuş. Türkiye’de öyle bir durum yok. Bunların tarımını getirdiğin anda çiftçinin sosyal konumunu da etkiliyorsun. Bir süre sonra orada mono kültür dediğimiz, hep aynı ürünün ekildiği, birkaç firmaya ait ürünlerin tarımının yapıldığı bir alan meydana gelecek. Türkiye bu kanunu çıkararak kendi ürünlerini, kendi gen kaynaklarını korumaya çalıştı.”
Önemli olan alerjik toksik madde olup olmadığı
GDO’nun en çok tartışılan konusunun hayvanın etine ya da sütüne geçip geçmeyeceği yönünde olduğunu belirten Yardımcı, şunları söyledi:
“Bu konuda tüm dünyanın kriteri alerjik toksik olup olmadığı yönünde. Bu konuyu inceleyen uzmanlar hayvanların, kendisinde, etinde, sütünde ve yumurtasında herhangi bir toksik, alerjik madde olup olmadığı inceliyor. Sen onu yediğin zaman zehirleniyor musun zehirlenmiyor musun önemli olan bu. Şunun içerinde bir mikroba ait bir DNA parçacığı var mı diye bakmıyorlar. Çünkü herhangi bir canlıya ait bir DNA parçacığını bir hayvansal üründe görmek, onun ona geçtiği anlamında gelmez. Sütün içi zaten DNA dolu. Bunlarla ilgili iddia edilen alerjik bir madde bulunduğu takdirde bu derhal durdurulur. “
Biyoteknolojide kendi ürününü üretmeli bağımlı kalmamalısın!
Yardımcı, işin sadece tüketici kısmına bakılmaması, ekonomik kısmın da göz önüne alınması gerektiğini ifade etti. Dünyada Biyoteknolojik ürünleri üreten birkaç büyük şirket olduğunu anlatan Yardımcı, işin ekonomik bağımlılık yönüne dikkat çekti. Kamuoyunun GDO konusunda çok bilgisiz olduğunu belirten Yardımcı biyoteknolojinin önümüzdeki yüzyılın en önemli konusu olacağını iddia etti. Yardımcı, Çin, İran ve İsrail’in çok ciddi biyoteknolojik üretim yaptığını anlatarak, biyoteknolojide ileri giden ülkelerin kendi ürünlerini üreteceklerini belirtti.
Yardımcı, “İran kendi pirincini üretti. ABD devamlı çalışıyor. Burada İklimler değişiyor, yeni hastalıklar çıkıyor. Kullandığınız antibiyotikler, kullandığınız hormonlar, kullandığımız aşılar, tekstil malzemeleri, laboratuvar malzemeleri, plastikler hepsi biyoteknoloji ürünü oldu. Dolayısıyla siz biyoteknoloji konusunda ülkesel olarak geri kalırsanız, başka ülkelerin ürettiği biyoteknoloji ürünlerine muhtaç olursunuz” dedi.
Yardımcı, biyoteknolojinin bloke edilmemesi gerektiğini belirterek, “Kendi kendimizi engellersek yarın öbür gün başkaları bizi geçer.Tuzlu topraklarda domates üretir, patates üretir. Bu sefer biz diğer ülkelerin ürünlerini almaya mecbur oluruz “diye konuştu. Yardımcı, Türkiye’nin gen zenginliğinin çok iyi değerlendirip, ne var ne yok hepsini tescil ettirerek  patentleyip muhafaza altına almak gerektiğini söyledi.

Tüketiciler GDO’lu ürünleri asla anlamayacak
Gıda Mühendisleri Odası başkanı Petek Ataman ise GDO ürünlerle ilgili daha önce bir düzenleme olmadığını belirterek, GDO’nun ithalatında da bir kontrol olmadığını, dolayısıyla o dönemde de fiilen GDO’lu ürünlerin ülkemize girdiğini söyledi. Ekim 2009’da Biyogüvenlik kurulunun bu konuyla ilgili yönetmelik yayınladığını anımsatan Ataman, GDO konusundaki endişelerini şöyle dile getirdi.
“Risk değerlendirmesini kimin yaptığı belli değil, GDO’nun  insan sağlığına olan negatif etkileri tartışma konusu, ayrıca bilimsel kurulun bağımsız olmadığı konusunda endişelerimiz var.”
Tüketicinin GDO’lu yemle beslenmiş hayvanın etini sütünü tüketirken bilgi sahibi olmak istediğine dikkat çeken  Ataman, “Burada bizim etik dediğimiz tartışma devreye giriyor. Avrupa’da ve Amerika’da GDO’lu yemle beslenmiş olan hayvanın etinin, sütünün etiketle belirtilmesi gerekmiyor. Yapılan bilimsel çalışmalarda yemlerden hayvanın etine, sütüne, yumurtasına gen geçmediği tespit edilmiş. Dolayısıyla sizin tükettiğiniz üründe bu genler yok bilgilendirmeye de gerek yok deniliyor” diye konuştu. Tüketicinin GDO’lu ürünü  anlamasına imkan olmadığını vurgulayan Ataman, tüketicinin  bu hususta dikkat edeceği hiçbir şey olmadığını belirterek  şunları söyledi:
”Gıdaların üzerinde yazmayacak, bu durumda da anlamayacaksınız. GDO’lu üründen elde edilen ürün daha sarıdır gibi bir tanımlama da yok. Gerçekten süte, ete taşınmadığı için etiketlenmiyor ama  tüketici bunu bilmek istiyorsa  bunu bilemeyecek. Bu noktada bir sıkıntımız var.” 

Derdi veren Allah dermanını hiç vermez mi?

Bünyamin GÜLER

Kimi zaman sevmediğimiz için, kimi zaman satın almayı unuttuğumuz için, bazen de ağız kokusu yapıyor diye yemediğimiz bazı yiyeceklerin, aslında bizi birçok hastalıktan koruyabilecek, soframızdaki ilaçlar olduğunu biliyor musunuz?


Son zamanlarda tüm dünyada çeşitli gıdalar üzerine yapılan araştırmalar sonucunda, birtakım besinlerin bazı hastalıkların önlenmesinde çok faydalı olduğu ispatlandı. Bu faydalı bitkilerin hangileri olduğu ve hangi hastalıklara iyi geldiğini öğrenmek için Kızılayda şifalı bitkiler satıcısı Burak Tekin’’in işyerine uğradık. Sorduğumuz soruya soruyla karşılık veren Tekin “Derdi veren allah dermanını hiç vermez mi?” dedi. Tekin, çeşitli bitkilerin insan sağlığı açısından faydalarını şöyle sıraladı:

Ceviz: Omega 3 ve Omega 6 yağ asitleri içeren ceviz, zeka gelişimini olumlu etkiliyor. E vitamini açısından zengin. Kolesterol seviyesini dengeliyor. Yapılan araştırmalara göre, her gün 5-6 adet ceviz yiyenlerin, yemeyenlere oranla kalp krizi geçirme riski yüzde 50 oranında azalıyor.
Havuç: Yaşlılığın getirdiği görme zayıflığından koruma ve bağışıklık sistemini kuvvetlendirme etkisi var. Cildin kurumasını engelleyen A vitaminine dönüşebiliyor. Böylece havuç, cildin yaşlanmasını engelliyor. Anne sütünü arttırıcı etkisi de bulunan havuç, haftada beş kez yendiği takdirde kadınlarda felç riskini yüzde 68 azaltıyor. Günde ik havuç tüketen erkeklerde ise, kandaki kolesterol yüzde 10 oranında azalıyor.
Maydanoz: C vitamini, folik asit içeren maydanoz, nezle ve gribe karşı kış aylarında bol bol tüketilmeli. İyi bir folik asit kaynağı olduğu için, hamilelerin sofralarından maydanozu eksik etmemesi gerekiyor. Bir tutam maydanoz, yetişkin bir kişinin günlük C vitamini ihtiyacını karşılıyor.
Elma: Kolesterolü düşürüyor, kalp hastalıkları ve akciğer kanseri riskini azaltıyor. Sindirim sistemi için yararlı olan elma, bol lif içerdiği için kabızlık problemi olanların sofrasında mutlaka bulunmalı. Yapılan bir araştırma sonucuna göre, haftada en az beş elma yiyenlerin daha kolay nefes aldığını ortaya koyuyor.
Adaçayı: Çiçek açtığı zaman toplanıp, kurutulur. Mide va bağırsak gazlarını giderir. Mide bulantısını keser. Hazım sisteminin düzenli çalışmasını sağlar. Boğaz, bademcik ve dişeti iltihaplarını giderir. Göğsü yumuşatır. Astımdaki sıkıntıları geçirir. İdrar ve ter söktürür. Banyo suyuna katılıp yıkanılırsa; zindelik verir. Günde, üç kahve fincanından fazla içilmemelidir.
Çörekotu: İştah açar. Vücuda kuvvet ve dinçlik verir. Hazmı kolaylaştırır. Mide ve bağırsak gazlarını söker. Koklanacak olursa baş ağrısını keser. Nezle ve sara hastalığında tütsü yapılır. Suyu ile sivilcelere pansuman yapılır.
Keçiboynuzu: Mide ve bağırsak hastalıklarına faydalıdır. Göğsü yumuşatır, balgam söker ve bronşları boşaltır. İshali keser. Sigara tiryakileri için faydalıdır.
Böğürtlen: İdrar söktürür. Ayaklardaki şişlikleri indirir. Yüksek tansiyonu düşürür. Gözlerdeki zafiyeti giderir. Mesane taşlarının düşmesine yardımcı olur. Ağız, dil, diş eti ve bademcik iltihaplarını giderir. Kadınlarda görülen beyaz akıntıyı keser. Haricen kullanıldığı takdirde ağrıları dindirir, yanıkları iyileştirir. Kökü kaynatılıp, suyu içilecek olursa kandaki şeker miktarını düşürür.

19 Ocak 2012 Perşembe

‘’Yaşım küçük ama bebek değilim’’

Gizem ÇETİN
Gelişen hızlı teknolojiyle beraber internet kullanımı da hayatımızın ayrılmaz bir parçası oldu artık. Sadece yetişkinler değil, çocuklar da günlük yaşantılarının geniş zamanını internet kullanımına ayırıyorlar. Ödevleri, oyunları, sohbetleri, yaş gruplarına ait neredeyse tüm deneyimlerini sanal ortamda yaşıyorlar. Bu kadar hayatın parçası olan İnterneti ilköğretim 3. Sınıf öğrenci Cemre Aksu ile konuştuk.
Merhaba Cemre, röportaj yapmayı kabul ettiğin için teşekkür ederim öncelikle.   
Bir şey değil, yardım etmek istedim sana.                        
Çok teşekkür ediyorum tekrar. Kaç yaşındasın Cemrecim?            
9 yaşındayım tam olarak. Bir şey sorabilir miyim, bu konuştuklarımız televizyonda mı çıkacak, gazetede mi?
Televizyonda ve gazetede çıkmayacak, ama internette yayınlanabilir. Bu arada senin internetle aran nasıl?
Aram çok iyi ama annem öyle hep hep internete girmeme izin vermiyor. Bazen alıyorum çaktırmadan bilgisayarı ama yakalıyor hemen.
Niye izin vermiyor peki?
Çünkü oyun oynuyorum hep.Cemreeeee kitabını okuuuuu” diyor annem (gülüyor). Öğretmenimiz bazen ödev verdiği zaman internetten bakıp araştırın diyor, o zaman ödevimi de yapıyorum ama.
Kütüphaneden, kitaplardan falan araştırmıyor musun ödevlerini?
İnternet daha kolay ki, hem okuldaki kütüphaneyi daha çok büyükler kullanıyor. Ben de bir kere gittim ama kütüphaneye. İnternette hemen yazıyorsun ne arıyorsan çıkıyor, her şeyi bulabiliyorum.
Sınıflarınızda var mı internet?
Var, öğretmenimizin masasındaki bilgisayarda. Bir kere, bir trafik işaretinin şeklini bilmiyorduk biz, öğretmenimiz hemen açıp gösterdi bize, hepimiz öğrenmiştik o zaman.
Sen neler yapıyorsun internette, ödevlerinden başka?
Oyun oynuyorum.
Sadece oyun mu oynuyorsun? Mesela facebookun var mı?
Değişik bir sürü oyun var, hep yenisi çıkıyor. Facebook’um var, orda da oyun oynuyorum bir de arkadaşlarımla konuşuyoruz. Hayvan fotoğraflarına bakıyorum oradan.
Peki, ‘sokakta oyun oynamak mı, internette oyun oynamak mı?’ desem.
Dışarıda oyun oynamak tabi, ama dışarı çıktığım zaman sadece scootere biniyorum o da evin bahçesinden çıkmamak şartıyla. Ama arkadaşlarımı bize çağırıp beraber internette oyun oynayınca daha çok hoşuma gidiyor. Çünkü sürekli farklı oyunlar çıkıyor ve bir sürü oyun var. O zaman daha mutlu oluyorum yani. Çiftlik kuruyorum mesela, ben hayvanları çok seviyorum ama bunu gerçekte yapamam ki.
İnternette daha mı özgürsün? Yani istediğin ortamı mı yaşıyorsun?
Evet yani istediklerim gerçek olabiliyor… Ama işte annem haftada bir kaç kez kullanmama izin veriyor sadece.
Özgürce yapamadığın şeyler var mı internette ya da neler yapmak isterdin?
Eveeeettt! Mesela şu 18+, 13+ filmler var ya onları çok merak ediyorum. Bir kere gizlice izledim Testere’yi ama çok iğrençti çok korktum. Sonra hayvan alıp satmayı isterdim internetten, şimdilik bunlar. Ben zaten eskiden 8 yaşındaydım, o zaman işte 2.sınıftaydım demokrasi ve insan hakları kulübündeydim, hayvanları çok sevdiğim için bu sene hayvanları koruma kulübüne geçtim.
Demokrasi ve insan hakları kulübünde neler yapıyordunuz? Çocuk haklarıyla ilgili bilgiler verdiler mi size?  Kendi haklarından haberin var mı?         
Konuşmalar yapıyorlardı. Çocuk haklarında Eğitim hakkı var onu biliyorum ama başka hatırlamıyorum. Başka hiç bilmiyorum. (bu sırada çocuk hakları ve gazetecilik kitabına göz gezdiriyor). Zaten annem benim fikrimi soruyor ki, zorla bir şey yaptırmaz zaten.
Sadece annenin değil herkesin uyması gerekiyor bu kurallara. Son olarak eklemek istediğin bir şeyler var mı?
Bence internet daha rahat kullanılmalı, küçüğüm daha ama bebek de değilim, istediğim zaman bilgisayarı alabilmeliyim. Başkaaaa, yeni ve değişik oyunlar da olsun. Bu kadar aklıma gelenler şimdi.
Yardımların için teşekkürler.
Bir şey değil. Şirinleri izleyelim mi beraber?

17 Ocak 2012 Salı

Ankara’nın ulaşımdaki kalbi: AŞTİ

Abdurrahman KOCADAĞ
Ankara’da hizmet veren Ankara Şehirlerarası Terminal işletmeciliği (AŞTİ), yaklaşık 16 yıldır, günde 150 bin yolcuyu ağırlıyor. AŞTİ’de 210 adet otobüs firması, 24 saat Türkiye’nin her yerine seferler düzenliyor.

AŞTİ Baş Müdürü Hikmet Alpdündar, “Temelleri 1984 yılında atılan AŞTİ, 16 yıldır hizmet veriyor. Yapıldığı dönemde burası şehir merkezinden uzaktı, ancak günümüz itibariyle şehrin içinde kaldı. Bu durumdan yolcular ulaşım kolaylığından dolayı memnun” diye konuştu. Altyapı ve güvenlik konusunda yeterli olduklarını söyleyen Alpdündar, “Çığırtkanlık konusunda mücadele içindeyiz” dedi.
Alpdündar: “Avrupa’da lideriz”
Karayolu taşımacılığında Türkiye’nin Avrupa’nın lideri konumunda olduğumuzu belirten Apdündar, “Bu durum sevindirici, ancak gönül isterdi ki biz de Avrupa ülkeleri gibi demiryolu ve havayolu taşımacılığında da ileri konumda olsaydık. Çünkü havayolu ve demiryolu taşımacılığı karayolu taşımacılığına oranla daha güvenli.” diye konuştu. Ankara’nın gerek başkent olması, gerekse coğrafi konumu itibariyle karayoluyla taşınan yolcu sayısının çok fazla olduğunu ifade eden Alpdündar, “Bu durum sonucunda da günde 150 bin yolcu giriş çıkışı gerçekleşmektedir. 210 adet firmanın günde yaptığı sefer sayısı, 900 ile 1000 arasında değişmektedir. Bu sayı yaz mevsimi ve özel günlerde daha da artmaktadır” dedi.
Otobüs şoförleri ücretlerin yüksekliğinden şikayetçi
AŞTİ’ de yer alan bir otobüs firmasının şoförü olan Arif Çakaltepe (50), olumsuz koşullar altında çalıştıklarını, AŞTİ yönetiminin firmalardan aldığı ücrete göre yeterli hizmet vermediğini söyledi. Şoförler için yatacak bir yerin olmamasından dert yanan Çakaltepe, “Park yeri sorunumuz var ve yetkililere sesimizi duyuramıyoruz” dedi.
Şoför Hasan Öztürk de (55) meslektaşına katıldığını ve Türkiye’de şoförlere yeterince önem verilmediğini dile getirdi. AŞTİ’de firma araçları için her şeyin ücretli olduğunu, ancak İstanbul Esenler otogarında tüm bu hizmetlerin ücretsiz olduğunu belirten Öztürk, böyle uygulamaların AŞTİ’de de yapılması ve belediyenin AŞTİ’nin temizliğine daha fazla özen göstermesi gerektiğini belirtti.
Yolculara göre yemekler pahalı, tuvaletler temizlenmiyor
Yolculardan Can Özdengül, AŞTİ’de bulunan lokantalarda yemeklerin günlük yapılmamasından yakınarak, “Yemek fiyatları yüksek, denetimlerinde artırılması gerekiyor” diye konuştu.
Yolcu Mehmet Ahmet Kurbanoğlu ise “Tuvaletleri pis, belediye buranın temizliğine önem vermiyor. Güvenlik olarak iyi korunması ve şehir içinde olması biz yolcular için olumlu bir durum” dedi.
Yolcu Kemal Yatmaz ise AŞTİ’nin Türkiye’nin en iyi otogarı olduğunu ifade ederek, “Şehir içinde olması AŞTİ’ye olan ulaşımı kolaylaştırıyor. Ancak şehir içi ulaşımın saat 24.00’de durması bazen yolcuları zor duruma sokmakta. Bu yüzden AŞTİ’yle olan bağlantımız kesiliyor, belediyeden bu duruma çözüm getirmesini bekliyoruz.” diye konuştu.

13 Ocak 2012 Cuma

Sosyal paylaşım siteleri bağımlılık ve güvensizlik yaratıyor

Turan ULAŞ

Teknolojinin gelişimiyle birlikte, internete ulaşmanın kolaylaşması ve internetin yaygınlaşması insanların sosyal ağları kullanım oranlarını artırdı. Facebook, twitter  gibi sosyal paylaşım siteleri vasıtasıyla iletişim ve haberleşmenin internet ortamına taşınması bazı kolaylıklar sağlarken, birçok zararı da beraberinde getiriyor. Bu zararların başında bağımlılık ve güvensizlik oluşturmak geliyor.

Bilim Teknolojileri Ve İletişim Kurumu (BTK) 2011 3. çeyrek raporuna göre, Türkiye’de 2003 yılında 18 bin olan internet abone sayısı, bugün itibariyle 690 kat artışla 12 milyona ulaştı. İnternet kullanıcı sayısı ise 35 milyonu buldu. Bilim Teknolojileri Ve İletişim Kurumu raporunda özellikle son 5 yılda internet kullanıcı sayısında, diğer yıllara oranla daha fazla artış olduğu belirtildi. BTK raporuna göre; internet kullanıcı sayısının bu kadar hızlı artmasında, alışveriş yapma, araştırma, inceleme gibi nedenlerin yanında sosyal paylaşım sitelerine ulaşma isteği de önemli rol oynuyor.
Adinteractive dijital ajansı tarafından yapılan araştırmada, Türkiye’deki internet kullanıcılarının yüzde 75’inin, 18 ile 35 yaş aralığında olduğu saptandı. Adinteractive ajansının yaptığı bu araştırmada, internet kullanıcılarının en sık ziyaret ettiği ilk 3 internet adresi sırasıyla; Facebook, Hürriyet ve Hotmail olduğu tespit edildi. Son olarak bu araştırma verileri; Türkiye’deki internet kullanıcılarının yarısından fazlasının, interneti araştırma, inceleme, eğlence, bilgi edinme gibi amaçlarının yanında sosyal paylaşım için de kullandıklarını gösteriyor. TTNET şirketinin yaptığı araştırma da bunu destekliyor. TTNET’in yapmış olduğu araştırmaya göre, Türkiye’deki internet kullanıcılarının yüzde 75’i, sosyal paylaşım ve sohbet için interneti kullanıyor.
Duygulu: Sosyal ağların aşırı kullanımı yalnızlık ve depresyona sürüklüyor
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de insanların iletişimi üzerinde etkili olan sosyal paylaşım ağları, yararlarının yanında bazı zararları da beraberinde getiriyor. Psikolog Sevim Duygulu, sosyal ağların iletişimi kolaylaştırdığını, hızlandırdığını ve iletişime geçtiğimiz kişi sayısını artırdığını söyledi. Türkiye de yapılan araştırma sonuçlarına göre, insanlar eski arkadaşlarını bulma, farklı insanlarla tanışma, görüş ve düşüncelerini paylaşma isteği gibi nedenlerle sosyal paylaşım ağlarını kullanıyor. Psikolog Sevim Duygulu, sosyal paylaşım ağlarının aşırı kullanılması durumunda meydana gelebilecek sorunları şöyle anlattı:
“Sosyal paylaşım siteleri özellikle insanlar arasındaki yüz yüze iletişimi azaltıyor ve güvensizliğe sürüklüyor. Facebook, twitter gibi siteler insanları bağımlı hale getirebiliyor. Sosyal paylaşım siteleriyle meşgul olanların kullanım sürelerine dikkat etmeleri gerekiyor, sosyal ağların aşırı düzeyde kullanımı insanlarda yalnızlık ve depresyona neden olabilirken, dostluk ve arkadaşlık ilişkilerini soğutuyor.’’
Danah Boyd ve Nicole Ellisan isimli iki akademisyen 2007 yılında yazdıkları bir makalede, sosyalleşme ağlarının insanların para harcama ve çalışma alışkanlıklarını değiştirdiği iddiasında bulunuyorlar. Yapılan birçok araştırma da bu iddiayı destekliyor.
Çocuklarda da sosyal ağların kullanım oranı yüksek
Ulaştırma Bakanlığı İnternet Kurulu, ODTÜ ve Bilgi Teknolojileri İletişim Kurumu Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı desteğiyle 9 ile 16 yaş arası çocukların sosyal paylaşım sitelerini kullanım alışkanlıklarıyla ilgili yapılan araştırmada, çocukların yüzde 70’inin günde en az bir defa internet kullandığı, bu internet kullananların yüzde 66’sının da günde en az bir defa sosyal ağlara girdiği belirlendi.
Uzmanlar, sosyal paylaşım sitelerinin çocukların ders çalışma sürelerini etkilediğini, çocukların sosyal ağlarda fazla vakit geçirmelerinin derslerinde başarısızlığa neden olduğunu ve çocuklarda psikolojik sorunlara sebebiyet verebileceğini belirtiyor. Uzmanlar ayrıca çok fazla sosyal ağlarda vakit geçiren çocukların ailelerine ve arkadaşlarına daha az zaman ayırdığını bununda çocuğun gelişimini olumsuz etkilediğinin altını çiziyor.
Çocukların İnternet Kullanımı Denetlenmeli
Ulaştırma Bakanlığı İnternet Kurulu tarafından hazırlanan raporda, sosyal paylaşım siteleri ve internetle ilgili ailelere şu uyarılarda bulunuldu:
‘‘Öncelikle aileler internet ve sosyal ağ kullanımı hakkında bilgilenmeliler. Çocukların bu ortamda yaptıklarını, ayrıca geçirdikleri zamanı kontrol etmeliler. Aileler ve eğitimciler çocukları, interneti güvenli kullanımı konusunda bilgilendirmeli ve bilinçlendirmeliler. Aileler, sosyal ağlardan gelebilecek tehlikelere karşı çocukları uyarmalılar.’’