Alain de BOTTON
“İnsanı yalnızlaştıran bir
düşünceydi bu: Tek bir sözcük ile hata yapmaktan korkmak belki saçma gelecekti
çok bilmişlere, ama yorumcular aracılığıyla konuşmaktan bıkmış usanmış aşıklar
için büyük önem taşıyordu bu. İkimiz de aşık olmaktan söz edebilirdik ama aşk
ikimiz için de bambaşka anlamlar ifade ediyor olabilirdi. Aşk sözcükleri
iletmek, bozuk bir vericiyle, nasıl algılanacağı meçhul şifreli bir mesaj
göndermek gibi bir şeydi (yine de gönderilmek zorundaydı mesaj, filizlenir
umuduyla sayısız tohumunu havaya salan nergis gibi şansa bağlıydı olay, iyimser
bir iletişim çabasıydı-postaya güvenmekten başka çare yoktu).
“Aramızdaki köprüyü ancak dille
kurabilirdim. Bu delikli süzgece yığdığım anlamı kavrayabilecek miydi? Anlam
ona ulaşana dek geriye ne kadar aşk kalacaktı? Ortak gibi görünen bir dilde
diyalog kurmaya yeltenirken, sözcüklerin kökenlerinin farklı kaynaklara
dayandığını keşfedebilirdik. Aynı yatakta, aynı kitabı okuduğumuz olmuştu sık
sık, sonradan farklı bölümlerden etkilendiğimizi, aynı kitabın ikimiz için
farklı kitaplar gibi algılandığını görmüştük. Aynı ayrım, tek bir aşk
cümlesinde de oluşamaz mıydı?”
…
“Tanımı konamayan, yaş günümüzü
kutladığımız kültür tarafından yorumlanan bir olgudur aşk. Chloe’ye olan
duygularımın aşk olduğunu, çevremde bu soruya yanıt aramamı gerektirecek
durumlar olmasa nereden bilecektim? Arabamın radyosundaki şarkıcıyla kendimi
özdeşleştirmem, bu olguyu kendiliğinden kavramış olmam anlamına gelmiyordu.
Aşık olduğuma inanmam, aşktan küt küt atan yüreklere tapınan bir kültürel çağda
yaşıyor olmamım sonucu olamaz mıydı? Beni motive eden, sosyal yaşam öncesi
dürtülerimden çok, toplumun kendisi değil miydi? Önceki çağlarda ve kültürlerde
Chloe’ye olan duygularımı bastırmam öğretilmeyecek miydi bana (tıpkı bugün
külotlu çorap giymek dürtüsüne ya da bir düello çağrısına hakaretle karşılık
vermemin öğretilmiş olduğu gibi)?
“Bazı insanlar, aşkın varlığından habersiz
olsalardı asla aşık olmazlardı”, diye bir aforizması var La Rochefoucauld’nun; tarih onu haklı çıkarmıyor mu? Chloe’yi Camden’daki bir Çin
lokantasına götürecektim, oysa Çin kültüründe aşka geleneksel olarak pek önem
verilmediğini göz önünde bulundurunca, aşk sözcüklerimi başka bir yerde
fısıldamam belki daha uygun olacaktı. Antropolog L.K. Hsu’ya göre, Batı
kültürlerinin “birey-merkezli” olması ve duygulara büyük önem vermesine
karşılık, Çin kültürü “durum-merkezli” ve aşık çiftler yerine daha çok
grupların üzerinde duruyor (Lao Tzu’nun müdürü yer ayırtmak için aradığımda son
derece sevindi oysa). Aşk asla kendiliğinden bir olgu değildir, farklı
toplumlarca kurgulanır ve tanımlanır. Bazı toplumlarda, sözgelimi Yeni Gine’deki
Manu’da, aşkı tanımlayacak bir sözcük bile yok. Başka kültürlerde aşk varolan
bir olgu ama, belli biçimleri var. Antik Mısır’ın aşk şiirlerinde utanma,
suçluluk ya da belirsizlik gibi kavramlar bulunmuyor: Yunanlılar eşcinselliği
normal karşılıyorlar, Hıristiyanlık gövdeyi göz ardı edip ruhu erotize ediyor,
Troubadour’lar aşkın karşılıksız bir tutkuyu ifade ettiğine inanıyor ve mutlu
bir evlilik süren S.M. Greenfield da Sociological Quarterly dergisinde
yayımladığı makalesinde aşkı günümüzde modern kapitalizmin neden ayakta
tuttuğunu şöyle açıklıyor:
“…bireyleri
motive ediyor-onları motive edecek başka bir şey yok çünkü koca-baba ve
karı-anne pozisyonlarını doldurarak oluşturulan çekirdek aileler yalnızca üreme
ya da sosyalleşme için değil, tüketim mallarının ve hizmet sektörünün dağıtımı
için varolan düzenlemeleri korumak ve genelde sosyal sistemin doğru bir biçimde
işlemesini sürdürmek için gerekli görülüyor.”
Aşk Üzerine, İstanbul: Sel Yayıncılık,
2010.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.