Serhat BİRGÜN
Her
şey aslında soğuk bir kış gününde komşu çocuklarının izlediği çizgi filmin cama
yansıması ile başladığını söylüyor kendisi. Bugünlerde sinemaya yeni bir soluk
ve renk getirmenin peşinde Tayfun Öztürk. Ankara’da ilk yapım şirketini açtığı
halde bir yapımcıdan çok bir yönetmen olarak bilinmesinin kendisini ne kadar
mutlu ettiğini anlatıyor. Ankara dogumlu olan Tayfun Öztürk, Atatürk
Üniversitesi’nde baslayan Sinema ve TV serüvenini, Akdeniz Üniversitesi’nde
yüksek lisans yaparak tamamladı. Lisansını tamamlarken, Sınav Kolejinde Sinema
eğitimleri verdi. Hedeflerine ulaşmak için, Los Angeles'a sinema eğitimi
almaya gitti. Yurda döner dönmez, Bursa’da Fikri Münasebet Film yapım
şirketinin Reklam Departmanında yönetici olarak çalışmalar yaptı. Daha sonra
Böcek Yapım’da bir yıl freelance yönetmen olarak çalıştı. Bu süreçte
Mustafa Sandal, Şebnem Ferah ve Kenan Doğulu ile klip çalışmaları yaptı. Eve
Dönüş-Sarıkamış 1915, Kelebeğin Rüyası sinema filmlerinde çalıştı ve çeşitli
reklamlarda görev aldı. Hayallerini gerçekleştirmek ve düşünceleriyle yeni dünyaları
keşfetmek için yelken açan Öztürk, kendi şehri olan Ankara’ya gelip Pasific
Film’i kurdu. Burada yaptığı çalışmalarla Türk sinemasına yeni yetenekli yüzler
kazandırmanın gururunu yaşıyor.
Sinemayla
ilgilenmeye nasıl başladınız?
Sinemaya
olan ilgim 80’lerin sonunda, evimizin inşaat halinde olmasından dolayı iki yıla
yakın bir süre elektriksiz kaldık. İki yıllık süre içerisinde komşuların
evlerinin önünde camlara yansıyan televizyonların görüntülerine bakarak çizgi
film ve filmler seyrettim. İnanın o soğukta izlediğim çizgi filmlerin hazzını
hiç bir sıcak ortamda bulamam. İki yıllık zaman zarfında rahat rahat televizyon
izleyememenin ve sinemaya gidememenin eksikliği ve o edimi gerçekleştirebilme
tutkusu 90’lı yılların ortasında bir ideale dönüşmüştü. Dünya’nın diğer ucunda
benim öyküme benzeyen insanların yaşamlarına küçük bir renkli dokunuş yapmak
istemekteydim ve sonuç olarak küçücük bir bucakta yaşanılan olayın küresel köy
kavramı içerisinde dünyanın bilinmeyen yaşanmışlıklarını armağan etmek
istiyordum. Bunu yaparken sadece yazıyı, şiiri veya fotoğrafı tek başına
kullanmanın yetmeyeceğinin farkındaydım. Bildiğim bir şey vardı, o da bu
saydıklarımın hepsini içinde barındıran sesli videonun kullanılmasıydı. Sinemaya
duyduğum özlem ve saygıyı Tayfun Öztürkçe anlatarak geleceğe bir miras bırakmak
benim yegane temelimdir. Yaşadıklarımı emeğim ile birleştirerek çağlar arası
bir köprü kurmak istedim. Hiç şüphesiz ki iletişim aracım da en büyük tutkum
olan sinema oldu.
Sinemanın
sizdeki anlamı nedir?
Sinema
benim için çok ayrı bir anlam taşıyor. Tıpkı beden ve ruh gibi… Görünen ve
görünmeyen varlığınız. Görünmeyen tarafımda içsel olarak bir şeyler beni
sinemaya yönlendiriyor veya çekiyorsa bunun cüzi irademle olmadığı
kanaatindeyim. Sinema her şeyden önce bildiğimiz bütün sanat disiplinlerini
içinde barındırabilen tek sanat dalı. Keza müzik ve edebiyat gibi yoğun
ilgi gören sanat dallarının bunda payı küçümsenemez. En çok ulaşılabilirliği
olan sanat dalının müzik olduğu kanaatindeyim. Ancak sinema işitsel ve görsel
yönü, bilgi ve düşünceden beslenebilmesi nedeniyle daha güçlü bir etkiye
sahiptir. Beyaz perdenin içindeki yaşamın kabul görülmüşlüğü de sonuçta insana
ait izafi bir hakikattir. Anlamlandırılan yaşamda sinema, günlük hayatın önemli
bir parçasıdır.
Türkiye’deki
sinema seyircisinin genel profili hakkında neler düşünüyorsunuz? “Sinema” doğru
tanımlanabiliyor mu sizce Türkiye’de.
Sinema büyük bir sanattır. Sanat düşündürür,
sorgulatır, öğretir ve de eğlendirir. Bizim ülkemizin sinema seyircisinin bu
sanatın daha çok eğlenceli yanıyla ilgilendiğini düşünüyorum.
Dizi
ve filmlerin sonunda hep yönetmenin ismi yazıyor ama kimse tam olarak bilmiyor,
bir yönetmen ne yapar?
Yönetmenin
yaptığı bir sürü iş var. Tabii ki her şeyi kendisi yapmıyor. Ekip çalışması
nihayetinde. Görüntü yönetmenimiz de çok önemli, yardımcı yönetmenimiz de sanat
yönetmenimiz de. Hepmiz bütün halinde olduğumuzda güzel bir şey çıkartabiliyoruz.
İyi
bir yönetmen nasıl olmalı?
Bence
iyi bir yönetmen oyuncuyu güzel dengeleyebilen yönetmendir. Oyuncu sahnesine
bakar, o sahneyi en iyi şekilde icra etmek için uğraşır. Yönetmen bütüne
bakabilen kişidir. Oyuncu sadece o an içinde bulunduğu sahneye bakar. Yönetmen
oyuncuyu törpüleyen kişidir.
Törpüleyen
derken?
Örneğin:
“burada daha yüksek oyna çünkü iki sahne sonra bu şuraya etki edecek veya
burada oyunu düşürmen lazım çünkü sonrasını çektik ve böyleydi” tarzı
uyarılarda bulunmak ve oyun dengesini kurmak gibi. Onun dışında senaryo
geldiğinde yeni bir mekan varsa hayal ettiği şeyi yapıma anlatır ve yapım onun
için uygun mekan alternatifleri getirir ve onun içinden doğru mekanı seçer. O
da çok önemlidir.
Okullarda
hep öğretilen sinema akımları vardır ya, sizin sinemanıza da yansıyan akım
hangisi?
İtalyan
Yeni Gerçekçilikten tutun da Dışavurumculuk akımına kadar… Bunların tabi ki
yansımaları oluyor, belki de farkında olmadan oluyor. Gölgeleri, ışığı kullanma
biçimim, oyuncuları yönlendirmem de belgesele yakın bir şekilde. Bu da benim
İtalyan Yeni Gerçekçilik akımından etkilendiğimi gösteriyor.
Filmlerle
ilgili Türkiye’de ve dünyada birçok festival düzenleniyor, bu festivallerden
sizin için en önemli olanı hangisi ve sizin özellikle katılmak istediğiniz özel
bir festival var mı?
Film
festivallerinin ambiyansı gerçekten sinemaya tekrar aşık eder insanı. Dünya
üzerinde düzenlenen en önemli film festivallerinden birisi Cannes Film Festivalidir
şüphesiz. Ben de dünya üzerinde nam yapmış bu festivale katılmak ve bu film
festivalinden ödülle dönmek isterim, bunu her yönetmen ister. Türkiye’de ise
Altın Portakal ve Altın Koza film festivallerinden ödül almak güzel olurdu.
Altın Portakala daha önce bir kaç kez gitme fırsatım oldu.
Geçtiğimiz
yaz dönemi içerisinde ‘‘Jargon’’ ve ‘‘Kaybolan Cennet’’ adlı iki adet uzun
metraj filmin çekimlerini tamamladınız. Bu filmleri vizyonda görecek miyiz
yoksa ilk hedefiniz festivaller mi?
En
başından beri kafamdaki öncelik hep festivallere katılmaktı. Jargon ve Kaybolan
Cennet filmleriyle de tüm festivallere başvurumuzu yapacağız. Umarım önümüzdeki
sene Altın Palmiyeyi ben kaldırıcam.
(Gülüşmeler)
Gişe
başarısı bir filmin iyi olduğunu mu gösterir?
Bence
asla göstermez...
Şunu
sormak istiyorum aslında, ülkemizde son yıllarda çekilen filmlerle sinema çok
iyi bir çıkış yakaladı. Sizce bunun sırrı ne? İyi oyuncular mı, iyi yönetmen
iyi projeler mi, yoksa seyircinin bilinçlenmesi mi?
1970'li
yıllara baktığınızda Türk sinemasının bugünkü gibi müthiş bir seyirci
potansiyeline sahip olduğunu görüyorsunuz, 1980’de yaşanmış şaşırtıcı olumsuz
değişim insanları sinemalardan kopardı, farklı noktalara geldik. Bir sürü
şeyler oldu. Şimdi ise o zamanı atlattık. TV eskiden sinemaya büyük bir geriye
ket vurmuştu. Ama derken derken yine sinemaya alıştık. Sinemayı hiçbir şey
öldüremeyecek. Belki zaman zaman gerilediği veya ilerlediği dönemler olabilir
ama o kompleksi kırma, yıkma noktalarına yavaş yavaş gelmiş bulunuyoruz. Artık,
evet Türk sineması da yapabiliyormuş sesleri çıkmaya başladı. Türkler yapamazın
yanı sıra...
Ve
son olarak genç arkadaşlara önerebileceğiniz, sizde de özel bir yere sahip olan
yerli-yabancı yönetmenler kimlerdir?
Öncelikle
şunu söylemek isterim, bu sorunun cevabını bir kriter olarak göremeyiz. Çünkü
her insanın hayata bakışı kendine özgüdür. O yüzden tercihlerin farklı olması
kaçınılmazdır. Ama genel geçer denilebilecek bir bakışta çok iyi anlamında
değil de filmleri izlenmesi gereken yönetmenler olarak naçizane birkaç isim
önerebilirim. Andrey Tarkovsky, Frank Darabont, Francis Ford Coppola, Martin
Scorsese, Alfred Hitchcock, Stanley Kubrick, Orson Welles, Peter Jackson,
Quantine Tarantino, Michael Curtiz, Steven Spielberg, Oliver Stone ilk aklıma
gelenler bunlardı. Yerli yönetmenlerden Derviş Zaim, Semih Kaplanoğlu, Nuri
Bilge Ceylan yine ilk aklıma gelenler.
Bu
yoğun günlerinizde bize vakit ayırdığınız ve samimi sohbetiniz için çok
teşekkür ederim.
Ben
teşekkür ederim, çok güzel vakit geçirdim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.