Hilmi Yavuz, “Ahlaksız aydın olmaz. Ahlaksız bilim adamı olmaz. Bilim ahlakına şu ya da bu biçimde ters düşecek bir yaklaşım, bir bilim adamı için çok büyük bir nakısedir. Dolayısıyla ben ahlakı birinci özellik olarak görüyorum. İkincisi aydın her kayıt ve koşulda kendi bilgisini doğru bildiği fikirler ve düşünceler adına herhangi bir biçimde kendi içinde bir sansür mekanizması oluşturmadan açık ve seçik bir biçimde dile getirmelidir.” diyor.
Şâir
Neden hocam?
Çünkü bu saydıkların içerisinde ilk göz ağrım şairliktir. Yani önce şair oldum. Sonra öğretmen, sonra köşe yazarı. Sonra, sonra, sonra diğerleri…
Şiir hakkında lirik şiirden başkasını şiir olarak kabul etmem, şiir elitisttir gibi değerlendirmeleriniz var. Buradan hareketle –klasik olacak ama- sormam lazım sizin şiiriniz nerede duruyor, şiirinizin temel unsurları ve kaynakları nelerdir, şiirin anlamı ve anlaşılabilir oluşu konusunda ne düşünüyorsunuz?
Sorduğun sorunun içinde cevabı var. Ben şiirimin lirik olmasını istiyorum. Şiirimin sözcüklerle ilişkisi olmasını istiyorum. Ve dilin, sözcüklerin kuşattığı dilin dışında, başka herhangi bir şeyi göstermesini istemiyorum.
Hocanız Behçet Necatigil’in şiirinizle ilgili şöyle bir değerlendirmesi var: şiirini kültürün esansından damıttı. Acaba Behçet Necatigil’in bu ifadesi ne anlama gelmektedir. Bu sözün sizin şiiriniz ve üzerinde hassasiyetle durduğunuz şiir-gelenek ilişkisiyle bir bağlantısı var mıdır?
Hiç şüphesiz, var. Zaten Necatigil’in “kültürün esansından damıttığı” derken kastettiği şey de tabi ağırlıklı olarak bizim kültürümüzün müktesebatının ağırlıklı olarak “Doğu Şiirleri”ne kaynaklık teşkil ettiğidir. Yani geleneğin ama sadece bizim şiirimizin bizim Türk-İslam medeniyetinin müktesebatının değil, aynı zamanda batı medeniyetinin edebî müktesebatının da bir temsilcisi olmak gibi ya da onun da devamcısı olmak gibi bir misyonum olması gerekir. Ben sahih şiir derken, şiirimizin hem doğulu hem batılı, hem geleneksel hem modern olması gerektiğini savunuyorum.
Bu yüzden de bazı şairleri sahih şair saymıyorsunuz.
Saymıyorum, doğru.
“Şiirim Gibi Yaşadım” sözünüz Hilmi Yavuz’un şiirleri hayattan kopuktur tarzında yapılan değerlendirmelere bir yanıt niteliği mi taşıyor? Bu tür eleştirilere ne diyorsunuz?
Hiç şüphesiz, öyle. Çünkü ben lirik şiirin, yani lirik şiir derken sübjektif duyguları dile getiren şiiri kastediyorum. Öznel şiirlerin mutlaka bireyci olması, dolayısıyla toplumdan genel anlamda yaşamdan kopuk olması anlamına gelmeyeceğini düşünüyorum. Çünkü Adorno’nun da “Lirik Şiir ve Toplum” makalesinde belirttiği gibi sübjektif şiir aynı zamanda toplumcu bir şiir de olabilir. Ben şiirimin bu anlamda hayata ve topluma çok açık göndermeleri olmasa bile hayattan ve toplumdan hiçbir zaman kopuk olmadığını düşünüyorum.
Hocam, özellikle genç nesil sizi daha çok denemelerinizden yani düzyazılarınızdan tanıyor. Sizin şiirin biteceği yönündeki teziniz bağlamında bu konu hakkında neler söylersiniz?
Tabi, çünkü bundan 50-60 yıl öncesine göre şiir, daha çok geriye itilmiş buna karşılık düzyazı, ağırlıklı olarak roman ve hikâye çok empirik birtakım gözlemlerden yola çıkılarak söylenebileceği gibi öne çıkmıştır. Roman ve hikâye bugün Türkiye’de egemenliğini sürdürüyor. Başat bir tür olarak, roman ve hikâye ağırlık kazanmıştır. Bu da tabi şiirin 50-60 yıl öncesine göre çok daha geri itildiğini gösteriyor. Hatta şiirin de giderek düzyazısallaştığını gösteriyor. Bu elbette eğer böyle devam ederse bana öyle görünüyor ki, geleceğe ilişkin çok fazla çıkarımsamalar yapmak istemem ama şiir etkisini ve ağırlığını yitirecek.
Hocam sizin dikkat çeken bir yönünüz de polemikleriniz. “Biz Bu Dünyadan Değil miydik” adında da polemik yazılarınızı topladığınız bir kitabınız bulunuyor. Bu yönünüz, polemik anlayışınız ve polemik yapma nedenleriniz hakkında neler söylersiniz?
Şimdi ben insanlarla boşu boşuna polemik yapmıyorum. Yani benim polemiklerim demagogca yapılmış, salt polemik olsun diye yapılmış polemikler değil. Ben özellikle “Okuma Notları” kitabımda da yapmaya çalıştığım gibi yanlış ve temelsiz gördüğüm, herhangi bir biçimde temellendirildiğini düşünmediğim birtakım düşüncelere karşı çıkıyorum. Diyelim ki, birisi kalkıyor bir argüman öne sürüyor. Ama bu argümanın altını doldurmuyor. Yani, niçin böyle bir şey söylediğine ilişkin herhangi bir şey söylemiyor. Dolayısıyla ben de bu tür sözlerin birer retorik olduğunu ve temellendirilmedikçe bunun nasıl ve neden böyle bir argümana yol açtığını açık bir biçimde göstermedikçe bu yapılan işin doğru olmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla ben polemiği ancak belli bir gerçeklik tabanı üzerinden yapıyorum. Benim itiraz etmemin ve polemik yapmamın birtakım temel nedenleri var. Bir şey söylüyor adam, yanlış söylüyor. Onu düzeltmenin benim bir aydın olarak görevim olduğunu düşünüyorum.
Özellikle çeviriler konusunda
Çeviriler konusunda. Başkaları da var. Mesela Hasan Bülend Kahraman bir yazı yazıyor. Diyor ki, Orhan Veli anlamsız şiir yazmıştır. Şimdi ben bunu düzeltmemeli miyim? Yani bir aydın olarak benim Hasan Bülent Kahraman’ı okuyan, ona inanarak okuyan insanların yanılma olasılığını hesaba katarak düzeltme gibi bir misyonum olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla benim polemiklerim, böyle polemikler.
Kitap kapaklarında genellikle kitap yazarının karizmatik, düşünceli, bilgece duruşlu bazen de sert ifadeli resimleri bulunur. Siz ise bunların aksine bu resimlerin hepsinde tebessüm ediyorsunuz. Bu ifadeniz sizin hayata bakış tarzınıza dair bir ipucu niteliğinde mi? Nitekim yazılarınızda da mizah unsuru ağır basıyor ve insanların babanızın ifadesiyle cism-i camid olmasından şikâyet ediyorsunuz. Bu yönünüzle ilgili neler söylersiniz?
Enteresan bir tespit bu. Şimdi bir kere Kundera’nın bir sözü var. Aslında bunu Türkiye’ye de adapte edebiliriz. “Gülmesini bilmeyen Avrupalı olamaz.” diyor. Bizim insanımıza bakıldığında da gülmenin çok önemli bir fenomen olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. Hangi anlamda dersek, bir Nasrettin Hoca’mız var, bir İncili Çavuş’umuz var, ne bileyim Laz fıkralarımız var. Yani Türk milleti aslında mizahsever bir millettir. Bizim insanımız alaysamayı, ironiyi, şakayı haz duyarak yapan ama belli bir düzeyde haz duyarak yapan yani kaba tabirle söyleyeyim eşek şakası cinsinden şakalar değil.
Bunu da eleştiriyorsunuz hocam. Recep İvedik olsun, Muro olsun.
Gayet tabi.
Yani bir “zevk hezimeti” var.
Aynen öyle Tanpınar’ın sözüdür. Tanpınar bunu 1950’lerde söylemiş. Bugün Türkiye’de sanatların vs. nereye geldiğine bakarak, eğer konuşmak gerekseydi, Tanpınar kim bilir neler söylerdi.
İrfan Külyutmaz da toplumdaki asık suratlılığa, her şeyin ciddiye alınmasına bir tepki olarak mı doğdu?
Evet, öyle.
1996 yılından beri köşe yazarlığı yapıyorsunuz. Bu iş hakikaten de toplumu yönlendirme noktasında etkili olduğunu düşünüyor musunuz?
Köşe yazarlığının zaten en azından böyle bir misyonu var. Yani başka türlü bir düşünceyle köşe yazarlığı yapılamaz. Elbette benim yazdıklarımın bir karşılığı olması gerekir. Toplumu dönüştürmek biraz iddialı bir şey ama birtakım insanları belki bazı meseleler üzerinde daha farklı düşündürmek gibi bir durum söz konusu olabilir diye düşündüğüm için yazıyorum. Yoksa toplumu dönüştürmek gibi bir misyonum yok. Ama benim kendime göre birtakım düşüncelerim var ve bu düşüncelerimin kamuoyu tarafından bilinmesini istiyorum. Yoksa çok büyük iddialarla köşe yazarlığı yapıyor değilim.
Köşe yazılarınız muhteva olarak çok geniş bir yelpazeye sahip. Aşağı yukarı her konuda yazıyorsunuz. Ama sizin yazılarınızı tam anlamıyla anlayabilmek için belirli bir entelektüel birikime sahip olmak gerekiyor. Bu özelliğiniz sizin daha geniş kitlelerce tanınmanıza bir engel teşkil ediyor olabilir mi?
Olabilir. Buna itirazım olmaz, doğrudur. Ama ben bir şeyleri vulgarize etmek yani, halk anlasın diye basite irca etmenin aslında o söylenen şeyin muhtevasından çok şeyin kaybedilmesine neden olduğunu düşünüyorum. Bir şeyi daha geniş kitleler anlasın diye ne kadar basitleştirirseniz, o kertede söylemiş olduğunuz şeyin muhtevasından taviz vermiş olursunuz. Dolayısıyla, bir meseleyi anlatabilmek için birtakım teorik kavramları kullanmak zorundasınız. Yani Freud’u anlatacaksanız “libido” kavramına, “ego” kavramına başvurmak durumundasınız. Bu teorik kavramlar olmadan Freud’u anlatmanız mümkün değil. Eğer anlatmaya kalkarsanız dediğim gibi içerikten taviz vermiş olursunuz.
Medyada yer aldığınız diğer bir platform ise televizyon. Ne var ki ülkemizde edebiyat programları çok fazla tutulmuyor. Sizce bu durumun sebepleri nelerdir hocam?
Türkiye’de televizyonlar ağırlıklı olarak reyting ardına düşmüşlerdir. Ne kadar izleyici toplayabilirlerse o kadar çok sayıda reklam alabilmekte ve sponsor bulabilmektedirler. O kertede de kendilerini başarılı saymaktadırlar. Edebiyat programları, fikir programları reyting yapmıyor. Bizim insanımız televizyonu bir bilgilenme aracı olarak değil, eğlenme aracı olarak görüyor. Ve bunda da çok haksız değildir bana soracak olursanız. Adam sabahtan akşama kadar çalışıp yorgun argın evine gelmiş. Biraz müzik dinlesin, ne bileyim bir iki mizah programı seyretsin. Zaten edebiyat programlarını çok reyting almasın diye veya zaten çok reyting almıyor diye çok geç saatlere koyuyorlar. Geç saatlere konulan programın o meselelerle yakından ilgisi olmayan yani entelektüel ilgisi bakımından o meseleye aşina olmayanların o programı izlemesi gibi bir durum söz konusu değil. Zaten bu programlar da reyting almadıkları için televizyoncular tarafından da çok fazla rağbet görmüyorlar.
Hocam, Naipaul’u tanıyalım adlı yazınızda şöyle bir ifadeniz var: Peki, kim bu Naipaul? Bu yazının hiçbir etkisi olmayacağını bile bile, gene de “onur konuğu'nun” kimliğini ortaya koymanın, yazar sorumluluğumun bir gereği olduğunu düşünüyorum. Burada sözünü ettiğimiz yazar sorumluluğunu aydın sorumluluğu olarak ele alırsak size göre aydın olmanın veya entelektüel olmanın sorumlulukları ve kriterleri nelerdir?
Her şeyden önce ahlaklı olmaktır. Aydın her anlamda ahlaklı olmak zorundadır. Bu aydının yaptığı işe göre değişen bir ahlakın söz konusu anlamına gelir. Bilim adamıysa bilim ahlakı, fikir adamıysa fikir ahlakıdır. Aydının, entelektüelin bir kere böyle bir ahlakî bağımlılığı vardır. Ahlaksız aydın olmaz. ahlaksız bilim adamı olmaz. Bilim ahlakına şu ya da bu biçimde ters düşecek bir yaklaşım, bir bilim adamı için çok büyük bir nakısedir. Dolayısıyla ben ahlakı birinci özellik olarak görüyorum. İkincisi aydın her kayıt ve koşulda kendi bilgisini doğru bildiği fikirler ve düşünceler adına herhangi bir biçimde kendi içinde bir sansür mekanizması oluşturmadan açık ve seçik bir biçimde dile getirmelidir. Hani Sait Faik’in bir hikayesinde vardır: çocuk gazeteci olmak için başvuruyor. Gazetenin yazı işleri müdürü nasıl bir dünya istiyorsunuz diye soruyor. Çocuk diyor ki, insanların fikirlerini korkmadan ve çekinmeden dile getirebildikleri bir dünya diye başlıyor ve anlatıyor. Aslında o bölüm gerçekten insanların değil, insanların yerine aydın sözünü koyarsanız, bir aydının nasıl bir kimlik olması gerektiği konusunda niteliklerine ilişkin ipuçlarını bulursunuz.
Hocam, son olarak, 70’li yaşlarını yaşayan birisi olarak bu tempoda çalışmak zor olmuyor mu?
Hayır, hayır. Tam tersine bütün bunların bana güç kattığını, eski tabirle beni daha cevval kıldığını düşünüyorum. Haftada üç gün Ankara’ya geliyorum. Çarşamba, Perşembe, Cuma günleri dersim var. Dersimi verdikten sonra uçakla İstanbul’a gidiyorum. Haftanın dört günü İstanbul’da kaldıktan sonra Salı akşamı veya Çarşamba sabahı Ankara’ya geliyorum. Bu tempoyu tam on yıldır sürdürüyorum ve hiçbir şikayetim yok.
Maşallah hocam.
Sağol canım. Teşekkürler…
Şiir yazmaya devam ediyor musunuz, yoksa hocanız Behçet Necatigil’in ifadesiyle yavaş yavaş şiir kontrol hapı almaya başladınız mı?
Yok ben zaten başından itibaren şiir kontrol hapı alıyordum.
Farklı bir şey yani şiir kontrol hapı.
Şiir kontrol hapı az şiir yazmaktır. Rahmetli Behçet Hoca bunu söylerken, galiba Dağlarca’yı kastediyordu. Çünkü neredeyse yüz elliye yakın şiir kitabı var adamın. Şiir kontrol hapı alsaydı eğer bu kadar çok sayıda şiir yazmazdı.
Hocam, vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim. Eyvallah.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.